Bir Asırlık Problem: Anarko-Kapitalizm Bir Anarşizm Sayılabilir Mi?

Okumak üzere olduğunuz makale, Eric Fleischmann tarafından kaleme alınmış ’ye çevrilmiştir. 17 Mayıs 2022 tarihinde “The Age-Old Question: Is Anarcho-Capitalism Anarchism?” başlığı altında yayınlanmıştır.

Anarko-kapitalizm de bir anarşizm türü müdür? Ben de dahil olmak üzere her türden anarşistin yankı yapacak cevabı tabii ki de hayır olacaktır. Tartışma sürekli gündemede ama anarşizm olmadığını iddia ediyorsak şu sorular da sorulmalıdır: neden anarşizm değil ve eğer anarşizm değilse o zaman nedir? Cevapların şunlar olduğuna inanıyorum: çünkü anarşizmin daha köklü taahhütlerini yerine getiremiyor ve aslında radikal liberteryenizmin bir biçimi. Bu da başka bir soruyu gündeme getiriyor: o halde liberteryanizm ve anarşizm arasındaki ilişki nedir? İkinci soruya ilişkin ucu açık bir araştırmaya yönlendirmek için ilk yanıtı büyük ölçüde detaylandırmaya çalışacağım. Öncelikle, dünyanın büyük bir kısmında liberteryen ve anarşist kavramlarının aşağı yukarı birbirlerinin yerine kullanıldığını belirtmekte fayda var. ‘Liberter’ ilk olarak anarko-komünist Joseph Déjacque tarafından politik anlamda kullanılmış ve Amerika Birleşik Devletleri dışındaki dünyanın büyük bir kısmında özünde solcu bir fikir olarak kullanılmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, 1955 yılında Dean Russell klasik liberallerin kamuoyunun liberal unvanını terk etmelerini önermiş ve “özgürlüğü seven bizler, güzel ve onurlu ‘liberteryen’ kelimesini kendimize ait kılıyoruz” demiştir. Dolayısıyla ABD’deki yaygın kullanımıyla liberteryen, en azından özünde liberal anlamına gelmektedir. Liberalizmin anlamı etimolojik kökeninde bulunabilir; Bettina Bien Greaves, Ludwig von Mises’in Liberalism: In The Classical Tradition adlı kitabının önsözünde “‘özgür’ anlamına gelen Latince ‘liber’ kelimesinden gelen ‘liberalizm’ teriminin aslen özgürlük felsefesine atıfta bulunduğunu” yazmış ve gerçek dünyadaki uygulamalarını “serbest piyasa ekonomisi, sınırlı hükümet ve bireysel özgürlük” olarak özetlemiştir. Esasen: liberalizm, bireyin temel özgürlüğüne olan inanç şeklini alır ve bunun gerçek dünyadaki uygulaması devletin mümkün olan en aza indirilmesi ve piyasanın mümkün olan en üst düzeye çıkarılmasıdır. Dolayısıyla liberteryenizmin temelleri bunlardır.

Elbette liberalizm şu anda neoliberalizmin yozlaşmış, hegemonik biçimiyle dünyaya hükmetmektedir, ancak Kevin Carson’ın yazdığı gibi, başlangıcında “Adam Smith’in liberalizmi, David Ricardo ve diğer klasik politik iktisatçılar, öncelikle “sanayi sermayesinin yerleşik çıkarlarını savunan apolojik bir doktrin karakterine bürünmeden” önce, büyük Whig toprak oligarşisinin yerleşik ekonomik ayrıcalıklarına ve paralı sınıfların merkantilizmine karşı sol kanattan bir saldırıydı. Dolayısıyla liberteryenizm neoliberalizm ile ortak bir kökene sahip olsa da, kesinlikle statüko değildir ve bu nedenle liberalizmin 20. ve 21. yüzyılda ortaya çıkan bu orijinal radikal özü olarak tanımlanabilir. Kuşkusuz bu, Carson’a göre “‘serbest piyasa’ terimini muğlak bir anlamda kullanan”, “bir andan diğerine gerçekten var olan kapitalizmi mi yoksa serbest piyasa ilkelerini mi savunduklarını hatırlamakta zorlanan” ve sonuç olarak statükonun ve yönetici elitin savunucuları haline gelen kaba liberteryenlere hak ettiklerinden çok daha fazla kredi vermektir, Ancak Jason Lee Byas, liberteryanizmin – yanlış kullanımlarına rağmen – hala temelde liberalizmin radikal bir biçimi olduğunu ve ayrıca “liberterlerin radikal liberaller olduğunu söylemek, sadece daha aşırı olduğumuzu söylemekten daha fazlasını söylemektir. ” “Bir fikri köklerine kadar götürmek ve o fikri tutarlı bir şekilde uygulamak” anlamına gelir. Radikal liberalizm, “çıkarlarımız doğal olarak aynı hizada olmasına rağmen, çevremizdeki dünyada bunlar çılgınca çelişmektedir. Bu doğal olmayan uyumsuzluk, gücün dayatılmasından ve saldırganlığın saldırganlığı beslemesinden kaynaklanmaktadır” ve “yasa koyucunun oylamasının, bürokratın kontrol listesinin ya da polisin rahat gezintisinin arkasında çok az adrenalin olsa da, … bunlar yine de savaş eylemleridir. Bu monoton hücum boyunca, piyadenin bilmediği en yüce hedefi her zaman siyasi otoritenin korunmasıdır.” Buna karşılık radikal liberteryenizm -radikal liberalizm- güç ve şiddete ilişkin bu gözlemleri ve bireysel özgürlük, sınırlı hükümet ve serbest piyasa ekonomisinin yukarıda bahsedilen yönlerini mutlak bireysel egemenlik, sıfır hükümet ve her şeyin piyasa tarafından sağlanması sonucuna götürür. Bu, Murray Rothbard ve Friedman gibi düşünürler tarafından tanımlanan anarko-kapitalizm vizyonudur ve konuşma dilinde anarşizm gibi görünebilir, ancak devletin kaldırılması ve gerçek anlamda serbest bir piyasanın gönüllü birlikteliği anarşizm olarak nitelendirilmek için yeterli değildir.

Anarşizmin birçok tanımı serbest birliktelik ve hükümetsizliğe odaklandığı için bu garip bir ifade gibi görünebilir. Emma Goldman anarşizmi hükümet karşıtı bir bakış açısıyla “insan yapımı yasalarla sınırlandırılmamış özgürlüğe dayalı yeni bir sosyal düzen felsefesi; tüm hükümet biçimlerinin şiddete dayandığı ve bu nedenle yanlış ve zararlı olduğu kadar gereksiz olduğu teorisi” olarak açıklar. David Graeber, ‘gönüllü düzen’ perspektifinden, “anarşizmi açıklamanın en kolay yolu … onun gerçekten özgür bir toplum yaratmayı amaçlayan- ve ‘özgür toplumu’ insanların birbirleriyle yalnızca sürekli şiddet tehdidiyle zorlanmak zorunda kalmayacakları türden ilişkilere girdikleri bir toplum olarak tanımlayan – bir siyasi hareket olduğunu söylemektir” sonucuna varmaktadır. Pyotr Kropotkin ise anarşizmi “toplumun hükümetsiz olarak tasarlandığı bir yaşam ve davranış ilkesi ya da teorisine verilen ad – böyle bir toplumda uyum, yasalara boyun eğerek ya da herhangi bir otoriteye itaat ederek değil, üretim ve tüketim için olduğu kadar uygar bir varlığın sonsuz çeşitlilikteki ihtiyaç ve özlemlerinin tatmini için de özgürce oluşturulan çeşitli gruplar, bölgesel ve mesleki gruplar arasında yapılan özgür anlaşmalarla elde edilir” şeklinde tanımlayarak her iki görüş türünü birleştirir. Ve eğer birileri bu seçme alıntılardan daha fazlasını okumamayı seçerse, bu tanımların anarko-kapitalizme işaret ettiği, en azından gönüllü mübadele ve bireysel mülkiyet sahipliği temel ilkelerinde bir anarşizm biçimi olduğu görülecektir.

Ancak, daha derin bir soru ortaya çıkmaktadır: bu tanımlar anarşizmin ne olduğuna dair tanımlar mıdır yoksa daha derin taahhütlerin titizlikle yerine getirilmesiyle ulaşılan bir nihai hedefin tanımı mıdır? Byas’a göre ikincisi “anarşizm . [gönüllü birliktelikle eşanlamlı değildir ve daha fazlası da değildir. Gönüllü birliktelik gereklidir ve müzakere edilemez, ancak şiddet içermeyen tahakküm biçimleri devam ederse anarşistin işi bitmez.” John Clark’ın ileri sürdüğü gibi, “anarşizmin özü” basitçe “devlete karşı teorik muhalefet değil, tahakküme karşı pratik ve teorik mücadeledir”; bu mücadele “siyasi örgütlenmenin eleştirisiyle bitmez”, “ekonomik eşitsizliğin ve özel mülkiyetin otoriter doğasını, hiyerarşik ekonomik yapıları, geleneksel eğitimi, ataerkil aileyi, sınıf ve ırk ayrımcılığını ve katı cinsiyet ve yaş rollerini” kınayarak meselenin köküne iner. Başka bir kısa ve öz açıklama da Chomsky’de bulunabilir:

“Anladığım kadarıyla anarşist geleneğin özü, meşru olduğunu kanıtlamadığı sürece iktidarın her zaman gayrimeşru olduğudur. Dolayısıyla ispat yükümlülüğü her zaman otoriter bir hiyerarşik ilişkinin meşru olduğunu iddia edenlerin üzerindedir. Eğer bunu kanıtlayamazlarsa, o zaman ortadan kaldırılmalıdır.”

Ve Byas, ancap’lerin “anarşist ethos’ta tahakkümsüzlüğün merkeziliğini vurgulamayı sıklıkla [unuttuklarını]” açıklıyor. [bu] tahakkümsüzlüğün anarşist ethos içindeki merkeziliğini vurgulamayı [unuturlar].” Üretim araçlarının özel mülkiyeti etrafında şekillenen bir ekonomiyi savunurken -sadece hiyerarşiyi yeniden üretmekle kalmayıp ilkel birikim ve yerleşimci-sömürgecilik ve emperyalizm gibi diğer şiddet biçimleriyle ortaya çıkan bir sosyo-ekonomik düzen- devletin ötesinde hiyerarşi ve tahakkümü ortadan kaldırmaya çalışmanın daha derin taahhütlerini yerine getirememektedir ve bu nedenle, radikal liberteryenizm olarak nitelendirilse de, anarko-kapitalizm anarşizm değildir.

Bu teze Roderick Long, Brill’in Companion to Anarchism and Philosophy adlı kitabına liberteryenizm ve anarşizm üzerine yaptığı katkılarda karşı çıkmaktadır; Long -kendisi bir anarşist olmamasına rağmen- anarko-kapitalizmin “Clark’ın listesindeki tahakküm biçimlerini ya hak ihlali olmaması ve dolayısıyla zorla müdahaleye izin verilmemesi gibi daha zayıf bir anlamda ya da özel ahlak açısından bile sorunlu olmaması gibi daha güçlü bir anlamda meşru görse bile” anarşizm olarak nitelendirilebileceğini savunmaktadır. Gördüğüm kadarıyla iki ana argüman sunuyor: 1) Benjamin Tucker, Josiah Warren, Voltraine De Cleyre ve Lysander Spooner’ınki gibi Kuzey Amerika bireyci anarşizmi, anarşizmin meşru bir biçimi olarak kabul edilir ve “anarko-kapitalizm en iyi bireyci anarşizmin bir alt kümesi olarak [anlaşılır]. “Ve dahası, “toplumsal anarşistlerin anarşist saflardan dışlanma gerekçesi olarak işaret ettikleri anarko-kapitalizmin birçok özelliği bireyci anarşistler tarafından paylaşılıyor gibi görünmektedir” – özellikle de özel savunma kurumları. 2) Anarşistlerin ‘kapitalizm’ olarak tanımladıkları sistem mevcut devletçi ekonomi değil, gerçek anlamda serbest bir piyasadır. Ve böyle bir sistem karşılıklı yardımlaşma, kooperatifler ve komünler gibi kapitalist olmayan projelere izin vermekle kalmaz, aynı zamanda büyük eşitsizlikler, asalaklık ve tekelcilik “büyük ölçüde serbest piyasalardan ziyade devlet müdahalesinin ürünüdür ve bu nedenle anarko-kapitalistlerin ideallerinin herhangi bir gerçekçi uygulamasında, anarko-kapitalistlerin kendileri ne beklerse beklesin, yer alması beklenmemelidir.” Long, hiyerarşi karşıtlığı ve tahakküm karşıtlığına yönelik daha derin taahhütler konusuna sadece gevşek bir şekilde değiniyor ve bunu “tanım gereği dışlama stratejisi” olarak yazıyor. Bence bu ciddi bir hata, çünkü anarşist harekete gerici değerlerin girmesine izin verilmesine kapı açıyor. Irkçılığı, kadın düşmanlığını, homofobiyi ve diğer bağnazlık biçimlerini reddeden anarşizmin doğasında hiçbir şey yok mu? Long, Pierre-Joseph “Proudhon’un kadın düşmanlığı, antisemitizm ve homofobisine” işaret ediyor, ancak anarşist kanonda yer almaya devam etmesi, esasen bunun olmadığının kanıtıdır – böyle bir reddetme iyi olsa bile. Ancak bunları uyumlu olarak mı yoksa ideolojinin erken gelişimindeki hatalar olarak mı görmeliyiz? Ben ikincisine inanıyorum ve Proudhon’un kendisi de bir keresinde şöyle demişti: “Muhafazakâr olduğum için giyotine gönderileceğim bir toplum hayal ediyorum” [3].

Ancak Long’un daha esaslı bir şekilde ortaya koyduğu argümanlara geçecek olursak, aslında anarko-kapitalizmin bir şekilde bireyci anarşizmden türediğine katılıyorum, ancak birincisi anarşizmin bir biçimi olduğu için değil, ikincisi proto-özgürlükçülüğün bir biçimi olduğu için. Bireyci anarşizm de tıpkı anarko-kapitalizm gibi “klasik liberalizmle bir süreklilik” paylaşır ve her ikisi de devletin tamamen küçültülmesini ve piyasanın hukuk ve savunma da dahil olmak üzere her şeye yayılmasını savunur. Bununla birlikte, 19. yüzyıl bireyci anarşistleri, Long’un özetlediği gibi, “feminizm, özgür aşk, antimilitarizm ve emeğin güçlendirilmesi” gibi ilerici sosyal değerleri savunmak için daha da ileri gittiler. Ve onların serbest piyasa ideolojisi, sadece özel savunma ajansları gibi kurumların “kapitalist bir bağlamda” değil, “anti-kapitalist bir bağlamda” “…uygulanması olarak tasarlanması” olarak değil, aynı zamanda serbest piyasanın her alanda genişlemesinin yukarıda bahsedilen değerler için olumlu ve genel olarak kapitalizm için yıkıcı sonuçlar doğuracağı şeklinde anlaşılmalıdır. Long, 19. yüzyıldaki bazı bireycilerin (özellikle Spooner) faiz, rant ve ücretli emeğe tamamen karşı olmamakla kalmayıp, “Tucker gibi gerçekten serbest piyasaların kapitalist kurumların altını oyacağını beklediklerini ve öngördüklerini” savunarak bu inanca karşı çıkmaktadır, Ancak laissez-faire’e verdiği desteği bu tahminin doğruluğuna bağlamadı” ve “[anarşizm ile kapitalist sömürünün baltalanması] arasındaki bağlantıyı tanımsal olmaktan ziyade nedensel olarak gördü ve bireysel özgürlük ile zenginliğin daha adil dağılımı arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa özgürlüğü seçeceğini kabul etti. ” Long bu iddiasını desteklemek için özellikle iki noktaya değiniyor:

[Tucker’ın] başka bir yerdeki daha özlü ifadesi: “Elde edebilirsek eşitlik, ama her halükârda Özgürlük! [Tucker, faize karşı çıkarken, “faize karşı, serbest koşullar altında (ara sıra istisna) ortaya çıkamayacağından başka bir duruşu olmadığını” ve “serbest rekabetin hüküm sürdüğü yerde faizin devam edebileceğine” ikna edilebilirse faize karşı çıkmaktan vazgeçeceğini belirtmiştir.

Spooner’ın aykırı olduğuna inandığım görüşlerini bir kenara bırakırsak, bunları Tucker’ın (özellikle de serbest piyasa karşıtı kapitalizmin öncüsü olarak) sömürünün altını oymayı siyasetinin temel bir parçası olarak görmediğini söylemek için gerekçe olarak kullanmanın bu iki düşünceyi de yanlış anlamak olduğunu düşünüyorum.

Bu noktalardan ikincisi en iyi şekilde Proudhon tarafından ortaya konan bir düşüncenin devamı olarak anlaşılabilir.

Toprak kirasını ve sermaye faizini egemenlik derecesine göre yasaklamak ya da bastırmak. İnsan faaliyetinin tüm bu tezahürlerinin herkes için özgür ve gönüllü kalması gerektiğini düşünüyorum: onlar için, önerdiğim karşılıklılık ilkesinin evrenselleşmesinden doğal ve zorunlu olarak kaynaklananlar dışında hiçbir değişiklik, kısıtlama veya baskı istemiyorum.

Burada Proudhon faizi ya da rantı savunmuyor, daha ziyade anarşizmin devletçi ideolojiler gibi yasaklayıcı bir şekilde işlemediğini, aksine faizin var olabileceği ama muhtemelen olmayacağı bir durum yarattığını kabul ediyor. Carson’ın Tucker’ın para tekeli analizinden yola çıkarak yazdığı gibi, “devletin bankalara lisans vermesi, sermaye gereklilikleri ve diğer piyasaya giriş engelleri, bankaların tefeci faiz oranları şeklinde krediler için tekel fiyatı talep etmesini sağlar.” Long’un yukarıdaki alıntısının ilk bölümündeki eşitlik yerine özgürlük hayranlığı, devlet olmadığı sürece herhangi bir sistemin onaylanması olarak değil, daha ziyade devlet sosyalizmine karşıtlığı bağlamında bulunan bir duygu olarak görülebilir. Kendisini sosyalist olarak tanımlamasına rağmen Tucker, devletçi formuna şiddetle karşı çıkmış, “Devlet Sosyalizmi ile Anarşizm arasında bir orta yol yoktur” diye yazmış ve ilkini “insanların tüm işlerinin bireysel seçimlere bakılmaksızın hükümet tarafından yönetilmesi gerektiği doktrini” olarak tanımlamıştır. İşte bu karşıtlık içinde Tucker eşitlik yerine özgürlük çağrısında bulunmakta, birincisinin nihayetinde ikincisine yol açacağına inanmakta ancak devlet sosyalizmi gibi önceliklerini tam tersi yönde tutan herhangi bir ideolojiye karşı çıkmaktadır çünkü bu ideoloji asla gerçek anlamda özgürlük ya da eşitliği tesis edemeyecektir. James J. Martin’in Tucker’ın yaşlılığında yazdığı “Kapitalizm en azından katlanılabilir bir şeydir, Sosyalizm ya da Komünizm için bunu söylemek mümkün değildir” sözlerini bu şekilde anlamalıyız; Susan L. Brown’ın da belirttiği gibi, “1970’lerde anarko-kapitalistler tarafından daha da aydınlatılan değişimi” sağlayan kapitalizmin bir onayı olarak değil, hayatının son 15 yılında otoriter-devletçi SSCB’nin yükselişini izleyen kararlı bir anarşistin acı sözleri olarak [4]. Dolayısıyla, 19. yüzyıl bireyci anarşistleri, bazı sonuçlar düşündükleri kadar eşitlik ve özgürleşme yaratmayabilir diye tüm ideolojilerinden vazgeçmeye istekli olmasalar da, bu, anarko-kapitalizmin anarşist kanona dahil edilmesi için gerekli bir süreç olan bu eşitlikçi ve özgürlükçü nihai hedeflerden vazgeçilebileceği anlamına gelmez.

Bireyci anarşizm ile anarko-kapitalizm arasında liberter (anarşist değil) bir süreklilik olduğunu kabul etsem bile, bireyci anarşizmin mirasının kime ait olduğu konusunda stratejik bir tartışma yapmak istiyorum. Charles Johnson, ankaplar ve sosyal anarşistler arasında bu mirasın sahipliği üzerine yapılan tartışmanın nasıl son derece samimiyetsiz olabileceğini, ankapların “bireyci sınıf, ayrıcalık ve sömürü anlayışının sosyalist ısırığını” gizlediğini ve ihmal ettiğini ve sosyal anarşistlerin “bireycilerin konumlarını açıklarken onları gerçekte olduklarından çok daha az mülkiyetçi ve kolektivist ve komünist sosyalizme karşı daha dostane göstermek” için “birçok köşeyi” kestiğini anlatıyor. Dahası, bireyci anarşistlerin “hala var olduklarını ve bizim yerimize konuşacak bir grup anarko-kapitalist ve sosyal anarşiste pek de ihtiyaç duymadıklarını” belirtiyor. Johnson, “hareket içindeki bireyci eğilim üzerine, sanki ölmüş büyükannelerinin vasiyetinin içeriği üzerine tartışıyorlarmış gibi didişmelerini izlemenin biraz yorucu olması dışında, bu kavgada fazla bir köpeği olmadığını” söylüyor, ancak bence hem serbest piyasalar hem de kapitalist sömürünün sona ermesi için hala mücadele eden çağdaş bireyci anarşistler olarak, söz konusu mirası doğuştan hakkımız olarak savunmamız gerekiyor. Sağcılar geleneğimize daha önce de sahip çıkmaya çalıştılar; Fransız proto-faşist grup Cerele Proudhon, Proudhon’un devletçi demokrasi eleştirisinden seçici bir şekilde yararlanarak vahşi milliyetçiliği meşrulaştırmaya çalıştı. Tucker şöyle yazıyor.

[Bu kışkırtıcılar tarafından uygulanan propaganda yöntemlerinden biri de, yaşasalardı kendi yollarını ve çalışmalarını küçümseyecek olan tüm büyük ölüleri havarileri arasına kaydetme girişimidir. Demokrasiyi eleştiren ve mezarında olduğu için protestoya katılamayan her büyük yazar, kralcı, milliyetçi ve Dreyfus karşıtı olarak listelenmektedir. Bu çaresiz kurbanların başında, tüm Anarşistlerin en önde geleni, bu küstah genç alçakların sürekli olarak notre grand Proudhon olarak atıfta bulundukları kişi gelmektedir. Gerçekten de, Cahiers du Cerele Proudhon başlığı altında iki ayda bir dergi yayınlayan bir Cerele Proudhon kurdular.

Tucker’ın bu tarihsel gericilik karşıtı duruşundan ders almalı ve anarko-kapitalizmin beceriksiz savunucuları olmak yerine, 19. yüzyıl bireyci anarşizminin mirasını kendimiz üstlenmeliyiz. Başta da söylediğim gibi, bu tamamen olgusal bir iddiadan ziyade stratejik bir iddiadır, ancak pek çok anarşist ve diğer sağ-liberteryen faşizmin, monarşizmin, beyaz milliyetçiliğin ve diğer gerici otoriterlik biçimlerinin cazibesine kapılırken bunun önemini azalttığını düşünmüyorum.

Bu son nokta, ancap’lerin kapitalizm olarak adlandırdıkları şeyin mevcut sistem değil, gerçek bir serbest piyasa olduğu ve serbest piyasa ilkelerinin tutarlı bir şekilde uygulanmasının günümüz ekonomisinden çok farklı bir dünyaya yol açacağı temelinde anarşist olarak kabul edilmeleri gerektiği fikrini eleştirmeme neden oluyor. Anna Morgenstern’e göre eğer anarşistler “devleti gerçekten ortadan kaldırmak istiyorlarsa anarşisttirler, ancak ne kadar öyle olduklarını iddia etmek isteseler de gerçekte kapitalist değildirler.” Çünkü devletin yokluğunda “sahip olunan mülk miktarı arttıkça mülkiyeti korumanın maliyeti de dramatik bir şekilde yükselir”; “devlet korumalı bir bankacılık/finans sistemi olmadan sonsuz yüksek karlar biriktirmek neredeyse imkansızdır”; ve “anarşizmde ‘fikri mülkiyet’ diye bir şey var olmaz, dolayısıyla para kazanmak için patentlere ve telif haklarına dayanan herhangi bir iş modeli de var olmaz.” Bu da “sermayenin kitlesel birikimini ve yoğunlaşmasını … imkansız hale getirecektir;” “sermaye yoğunlaşması olmadan ücretli kölelik imkansızdır;” ve “[ücretli kölelik olmadan] çoğu insanın ‘kapitalizm’ olarak tanıyacağı hiçbir şey yoktur.” Geleneksel kapitalist ilkelerle çatışsa da gerçek anlamda serbest bir piyasayı savunan ancap’ler de vardır -ki bunlar genellikle kendilerini gönüllülükçü olarak tanımlamayı tercih ederler-; özellikle Karl Hess ve Yeni Sol ile müttefik olduğu dönemde Rothbard akla gelmektedir. İlki şunu kabul eder (ve en azından bir noktada ikincisi tarafından yankılanır)…

Bu mülkün [şimdi özel mülk olarak adlandırılan] çoğu çalıntıdır. Çoğunun meşru mülkiyeti şaibelidir. Tüm bunlar, köleliğe göz yuman, kölelik üzerine inşa edilen ve kölelikten kâr sağlayan; acımasız ve saldırgan bir emperyal ve sömürgeci dış politika yoluyla genişleyen ve sömürülen ve insanları siyasi-ekonomik güç yoğunlaşmalarına karşı kabaca bir serf-efendi ilişkisi içinde tutmaya devam eden ahlaksız, zorlayıcı bir devlet sistemiyle derinden iç içe geçmiştir.

Ancak yukarıda bahsi geçen kaba liberteryenizm çirkin yüzünü tekrar tekrar göstermekte ve birçok ancap, beyaz üstünlüğü, ataerkillik, yerleşimci-sömürgecilik, emperyalizm vb. şiddet içeren çerçevesine bakmadan mevcut sistemi (devletçiliğin en bariz unsurları hariç) savunmaktadır (ki bunların da sürdürülmek için temelde devlete dayandığını belirtmek gerekir). Ücretli emek, büyük ölçekli özel mülkiyet ve muazzam servet eşitsizliği gibi kapitalizmin mevcut özelliklerinin devam etmesi için bu korkunç şiddet zemini gerektiğinden, söz konusu yapı kaba ancap’ler tarafından serbest piyasanın esasen neye benzeyeceği varsayılır; ve bu nedenle kendilerini bu canavarca sistemleri savunurken bulurlar.

Long, ancap’lerin “mevcut ekonomilerin hiyerarşik özelliklerini onaylamaya daha yatkın olduklarını” kabul ediyor, ancak sorun bundan çok daha ciddi. ABD’deki beyaz orta sınıfa hitap etme arzusunun yanı sıra bu mantık, Rothbard ve Lew Rockwell’i paleo-muhafazakarlık ideolojisini kavramsallaştırmaya yöneltmiştir. Bu geri kalmış ideoloji, Rockwell’in muhafazakârlarla şu konuda anlaşmasını takip eder…

Siyasi özgürlük, iyi bir toplum için gerekli ancak yeterli olmayan bir koşuldur. . . . Özgür toplum için de yeterli değildir. Aynı zamanda kamusal erdemi teşvik eden ve bireyi Devlete karşı koruyan sosyal kurumlara ve standartlara da ihtiyacımız vardır.

Bu onu aşağıdaki gibi bir dizi ilkeye götürür:

VII. Eşitlikçi etik ahlaken kınanabilir ve özel mülkiyet ile toplumsal otoriteyi yıkıcıdır.

VIII. Aile, kilise, cemaat ve diğer aracı kurumlarda somutlaşan sosyal otorite, bireyi Devletten korumaya yardımcı olduğu gibi özgür ve erdemli bir toplum için de gereklidir.

IX. Korunmaya ve savunulmaya son derece layık olan Batı kültürü.

X. Özellikle Yahudi-Hıristiyan geleneğinde bulunan nesnel ahlak standartları, özgür ve medeni bir toplumsal düzen için elzemdir.

Ve nihayetinde, Tom Bagwell’in açıkladığı gibi, paleolibertaryenler “milliyetçiliğe ve Avusturya ekonomik sistemlerini ulus-devletleri içinde tutan kapalı sınırlara büyük önem verirler. Ayrıca ırksal ve kültürel kimliğe de özellikle vurgu yaparlar … sağ-liberteryen ekonominin sadece Avrupa kökenli beyazlar arasında işe yaradığını ve Avrupa ve Kuzey Amerika devletlerinin büyük ölçüde veya sadece [beyaz] (Avrupalı) tutulması gerektiğini savunurlar.” Hans-Herman Hoppe’nin Rockwell’in yukarıdaki fikirlerini en uç noktaya taşıyarak “çağdaş liberteryenizmin psikolojiden yoksun teori ve teorisyenler olarak tanımlanabileceğini” iddia etmesine yol açan da tam olarak bu sömürgeci, ırksallaştırılmış, şovenist mantıktır. . psikoloji ve sosyolojiden yoksun teori ve teorisyenler olarak tanımlanabilir, buna karşılık Alternatif Sağ’ın büyük bir kısmı ya da hatta çoğu teoriden yoksun psikoloji ve sosyoloji olarak tanımlanabilir” ve dolayısıyla bu iki hareketin eşitlikçilik, sosyal adalet ve diğer ‘kültürel Marksist’ fikir ve kurumlara karşı Avrupa-merkezci hiyerarşik sosyal düzen fikirlerine dayalı aşırı muhafazakar, etnosentrik bir toplum lehine bir düzeyde birleşmesi gerekir. Bu tür bir düşünce anarko-kapitalist düşünce merkezlerinde belirgin bir eğilimdir. Lewrockwell. com’daki “Beyazların Bir Geleceği Var mı?” başlıklı makaleye bakın. com’daki “Beyazların Bir Geleceği Var mı?” başlıklı makaleye bakın; makalede beyazların “göçmen istilacılara” karşı silahlanmaları çağrısı yapılıyor ve “beyaz toplumların ortaya çıkan barbarlık içinde yok olacağı” uyarısında bulunuluyor; ya da Hoppe’nin kıdemli üyesi olduğu Mises Enstitüsü’nün başkanının “kan ve toprak, Tanrı ve ulus” ve “elit aileleri” öven “Yeni Bir Liberter İçin” başlıklı yazısına; ” ya da r/anarcho_capitalism subreddit’inin modları “monarşizm, muhafazakarlık, AuthCapism, Hristiyan Kapitalizmi, Nasyonal Sosyalizm “i benimsediklerini itiraf ediyorlar çünkü “bu kaçınılmaz” ve artık “anarşist gibi davranmıyorlar”; ya da Liberty Hangout Katolik teokrasisini ve Holokost inkarcılığını alenen destekliyor. Ve iyi niyetli sağ-liberteryenler zayıflığın sahte tarafsızlığını korumak için mücadele ederken bile, Stefan Molyneux ve Christopher Cantwell gibi eski ancap’ler açık beyaz milliyetçiliğine yönelmişlerdir. Tüm bunlar, kapitalizmin korkunç ‘paket anlaşmasını’ ve beyaz üstünlüğünden ataerkilliğe ve ötesine kadar neredeyse mevcut tüm diğer baskı sistemlerini savunmanın doğal sonuçlarıdır.

Peki bu sonuç (benim gibi) kendini hem anarşist hem de sol-liberteryen olarak tanımlayan biri için ne anlama geliyor? Liberteryenizm temelde hiyerarşi karşıtlığı ve tahakküm karşıtlığı üzerine değil, devletin minimize edilmesi ve piyasanın maksimize edilmesi üzerine kurulu bir ideoloji olarak tanımlandığına ve dolayısıyla anarşizmden farklı olduğuna göre, ikisi arasında ilkesel bir örtüşme olabilir mi? Buna cevap vermek için, sol liberteryenler ile sağdan aşırı sağa liberteryenler arasındaki karakteristik farkın, ikincisinin ilerici ve özgürlükçü bir kalınlığa olan bağlılığı olduğunu gözlemlemek gerekir. Kalınlık, Nathan Goodman’ın tanımladığı gibi, “liberter kaygıların açık saldırganlık ve devlet gücünün ötesinde, hangi kültürel ve sosyal koşulların özgürlüğe en elverişli olduğu ile ilgili kaygılara doğru genişletilmesidir.” Walter Block gibi pek çok sağ-liberteryen sahte bir tarafsızlık ya da ‘incelik’ iddiasında bulunarak sorundan kaçınmaya çalışırken ve yukarıda bahsi geçen Rockwell ve Hoppe gibi aşırı sağ liberteryenler bunu gerici sosyal düzenleri için bir açılım olarak görürken, sol-liberteryenleri yalnızca sınırlı-sıfır hükümete bağlı kalmaya yönlendirir, Bireysel egemenlik ve tamamen serbest piyasaların yanı sıra -tıpkı 19. yüzyıl bireyci anarşistleri gibi- Johnson’ın özetlediği gibi “feminizm, ırkçılık karşıtlığı, eşcinsel özgürlüğü, karşı kültürcülük, emek örgütlenmesi, karşılıklı yardımlaşma ve çevrecilik” gibi değerler ve ideolojiler. ”

Ve bunlar sadece anarko-kapitalist bir çerçeveye yapıştırılmış kişisel değerler değil, aksine ilkeli uygulama için gerekli ve bunun gerektirdiği değerlerdir. Johnson, örneğin, “bu fikirleri, uygulamaları veya projeleri reddetmenin mantıksal olarak liberteryenizmle uyumlu olacağını, [ancak] liberteryenizmin mevcut devletçi bir toplumda daha fazla kabul görmesi veya gelecekteki özgür bir toplumun yaygın yoksulluk veya sosyal çatışma olmadan devletçilikten çıkması veya gelecekteki özgür bir toplumun saldırgan devletçi komşulara, iç savaş tehdidine veya devletçiliğe geri dönüşe karşı kendini sürdürmesi için bunların başarısının önemli ve hatta nedensel olarak gerekli olabileceğini” savunmaktadır. Özellikle servet eşitsizliğinin “gönüllü yoksulluk karşıtı önlemlerle” ele alınması gerektiğini savunuyor çünkü “küçük bir kodaman sınıfının servetin ezici çoğunluğuna sahip olduğu ve nüfusun büyük çoğunluğunun neredeyse hiçbir şeye sahip olmadığı tamamen özgür bir toplumun uzun süre özgür kalması olası değildir.” Ya da özgürlükçülerin seks-pozitif feminizmi düşüncelerine dahil etmeleri gerektiğini savunan Cathy Reisenwitz’i ele alalım; çünkü bu feminizm “insanların seksten, seks eksikliğinden ya da bunların arasındaki herhangi bir şeyden tam anlamıyla zevk almalarını engelleyen yargı ve utancı yok etmeye çalışmaktadır” ve “[l]iberteryenizm, insanların her türlü barışçıl, gönüllü alışverişten tam anlamıyla zevk almalarını engelleyen yargı ve utancı yok etmeye çalışmalıdır. Bu şekilde, mümkün olan en fazla miktarda barışçıl, gönüllü değiş tokuşa izin veren bir dünya yaratmaya tam olarak katılacaktır.” Ve dahası, Carson’a göre sol-liberteryenler, ırkçılık, servet eşitsizliği, toprak ağalığı ve nihayetinde kapitalizm gibi “günümüz solunun kaygılarını ele almak için serbest piyasa düşüncesinin uygunluğunu ve yararlılığını göstermeye” çalışmaktadır. Morgenstern’in gerçek anlamda serbest bir piyasada servet birikiminin ve dolayısıyla ücretli emeğin imkânsızlığına dair yukarıda değindiği noktalara bakın ya da Carson’ın “serbest piyasa rekabetinin ilerlemeyi toplumsallaştırmadaki sonuçlarının, Koch kardeşler ve Halliburton’un sahip olduğu bir dünyanın anarko-kapitalist vizyonundan ziyade Marx’ın komünist toplum vizyonuna benzeyen bir toplumla sonuçlanacağı” yönündeki argümanını düşünün. Sonuç olarak, sol-özgürlükçülük -devletin tamamen ortadan kaldırılması ve serbest(leştirilmiş) piyasaların totalleştirilmesi uç noktasına götürüldüğünde- radikal özgürlükçülük kriterlerini karşılamakla birlikte anarşizmin tahakküm ve hiyerarşi karşıtı taahhütlerine de sahiptir. Bu da sol-liberteryen anarşistlerin, anarko-kapitalizmin de ideolojik şemsiye altına alınmasını gerektirmeksizin doğru bir şekilde anarşist olarak tanımlanabileceği (ve hatta David Friedman, Rothbard gibi ancap düşünürlerinden radikal liberteryenler olarak yararlanabileceği) anlamına gelmektedir.

Anarchy and Democracy
Fighting Fascism
Markets Not Capitalism
The Anatomy of Escape
Organization Theory