Özgür Bir Ulusu Savunmak

Okumak üzere olduğunuz makale, Roderick Long tarafından kaleme alınmış. “Defending a Free Nation” ilk olarak Free Nation Foundation tarafından yayımlanan Formulations dergisinin 1994-95 Kış sayısında yayımlanmıştır. 12 Eylül 2013 tarihinde ise C4SS ‘de yer bulmuştur.

Savunma: Nasıl?

Özgür bir ulus yabancı saldırılara karşı kendini nasıl savunmalıdır?

Savunma: Neden?

Bu soru bir önceki soruya çoktan cevap verildiğini varsaymakta: özgür bir ulusun kendisini yabancı saldırılara karşı savunması gerekir mi? Bazıları hayır cevabını verecektir: iş birliğinin getirileri saldırganlığın getirilerinden daha ağır basmaktadır ve bu nedenle bir ulus önce kendisi saldırgan davranmadıkça muhtemelen saldırıya uğramayacaktır.

Öte yandan, eğer bu doğru olsaydı, hiç kimse ilk saldırgan hamleyi yapmayacağı için çatışmalar asla meydana gelmezdi. İşbirliğinin ödüllerinin çoğu insanın çoğu zaman iş birliği yapmasını sağlayacak kadar belirgin olduğu doğrudur. İnsan toplumunu mümkün kılan da budur. Eğer insanlar temelde iş birliğine yatkın olmasalardı, hiçbir hükümet onları iş birliğine yatkın hale getiremezdi- çünkü hükümetteki insanlar da hepimiz gibi birlikte çalışmakta zorlanırlardı.

Yine de küçük ama sorunlu bir azınlık iş birliği yapmamanın daha iyi olduğuna inanıyor: biz onlara suçlu diyoruz. Belki uzun vadede kaybetme eğilimindedirler- ancak bu uzun vadeye giden yolda geri kalanımıza çok fazla zarar verirler.

Daha da önemlisi, hükümetler özel bireylerin karşılaştıklarından farklı teşviklerle karşı karşıyadır. Bir hükümet altında, savaşa girme kararını veren kişiler, savaşın maliyetinin en büyük yükünü taşıyan kişilerle aynı kişiler değildir ve bu nedenle hükümetlerin saldırganlığa girişme olasılığı özel bireylere göre çok daha yüksektir. Dolayısıyla bir ulus-devleti, maliyetleri faydalara karşı tartan tek bir bireymiş gibi modellemek bir hatadır. Bu daha çok, baskın kişiliğin faydaları topladığı ancak bir şekilde bastırılmış kişiliğin maliyetlere katlanmasını sağladığı bölünmüş bir kişilik gibidir. (Özel koruma kurumlarının üstünlüğü buradan gelir: diğer kurumlarla olan anlaşmazlıklarını tahkim yerine savaş yoluyla çözmeyi seçen bir koruma kurumu, sürekli artan primler talep etmek zorunda kalacak ve böylece müşterilerini daha iyi kurumlara kaptıracaktır).

Bu, hükümetlerin savaşın kötü etkilerinden tamamen izole olduğu anlamına gelmez. İktidardaki insanlar savaşı kaybederlerse, özellikle de ülkeleri düşman tarafından fethedilirse, kesinlikle acı çekeceklerdir. Ayrıca barış ve serbest ticaretin getirdiği refahı da paylaşabilirler. Ancak savaş için caydırıcı unsurlar hükümetler için bireylere kıyasla çok daha zayıftır – bu da dış dünyanın tehlikeli olduğu anlamına gelir, bu nedenle özgür bir ulusun savunmaya ihtiyacı vardır.

Aradığımız şey neden Devlet ordusu değil?

Çoğu toplum, en azından bu yüzyılda, ulusal savunma sorununu, merkezi bir hükümet tarafından yönetilen, vergilerle finanse edilen ve genellikle (her zaman olmasa da) zorunlu askerlikle istihdam edilen büyük, iyi silahlanmış, daimî bir askeri güce sahip olarak ele almaktadır. Bu özgür bir ulusun izleyebileceği ya da izlemesi gereken bir çözüm müdür?

Ben öyle düşünmüyorum. Her şeyden önce, merkezi bir hükümet olması gerektiğini düşünmüyorum. Bu görüşümün gerekçeleri hem FNF Forumlarında hem de Formulations’ın son sayılarında ayrıntılı olarak açıklanmıştır, bu nedenle ana noktaları kısaca özetleyeceğim:

Birincisi, hükümet adaletsizdir. Hükümet, tanımı gereği, vatandaşlarının kendilerini savunma haklarının tamamını veya bir kısmını yöneticiye devretmelerini gerektirir. (Bunu gerektirmeyen bir kurum hükümet değil, başka bir şeydir). Ancak bir hakkı istemeden “devretmek” hiç de devretmek değildir; hak basitçe ortadan kaldırılmıştır. Ve bunun nasıl haklı gösterilebileceğini anlamıyorum. Kendisine hükümet diyen bir grup insan, hangi hakla başkalarının haklarını ellerinden alma hakkını kendinde görebilir? (Vergilendirme ve zorunlu askerliğe gelince, bunların hırsızlık ve kölelik için süslü kelimelerden başka bir şey olduğunu göremiyorum).

İkinci olarak, hükümet pratik değildir. Devlet bir tekeldir: rekabeti yasaklar ve gelirlerini zorla elde eder. Bu nedenle çok daha az piyasa baskısıyla karşılaşır ve müşterileri paralarını başka bir yere götürmekte özgür değildir. Sonuç olarak, hükümetlerin maliyetleri düşürmek ya da müşterilerini memnun etmek için çok az teşviki vardır. Bu nedenle hükümetler, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, verimsizlik, savurganlık ve gücün kötüye kullanımı ile ünlüdür.

Dolayısıyla, bir hükümet istemediğim için, açıkçası bir hükümet ordusu da istemiyorum. Bununla birlikte, bir hükümeti olan toplumlarda bile, bir hükümet ordusuna sahip olmamanın yine de iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Kendi vatandaşlarına karşı kullanabileceği bir ordusu olan bir hükümet, olmayan bir hükümete göre çok daha tehlikelidir. Bu ülkenin kurucularının birçoğunun daimî bir orduya şiddetle karşı çıkmasının ve bunu yerel özgürlüğe bir tehdit olarak görmesinin nedeni de budur (örneğin George Mason tarafından kaleme alınan Virginia Haklar Bildirgesi’ne bakınız). (Daimî bir donanma onları daha az endişelendiriyordu çünkü deniz gücüyle karada sıkıyönetim uygulamak daha zordu! Eğer Birleşik Devletler adalardan oluşan bir takımada olsaydı, farklı düşünebilirlerdi). Bugün bu ülkede, ABD askerlerine Amerikan vatandaşlarını vurmaya istekli olup olmadıklarının sorulduğu bildiriliyor! Özgür bir ulusun vatandaşlarını korumak için daha az tehlikeli bir yol bulması gerekir.

Merkezileşmenin Tehlikeleri

Merkezi hükümet, bir ulusun özgürlüğüne yönelik bir başka tehdit daha oluşturmaktadır. Bir toplum üzerindeki kontrol ne kadar tek bir komuta merkezinde toplanırsa, işgalci bir düşman için sadece bu komuta merkezini ele geçirerek tüm ulusu fethetmek o kadar kolay olur. Nitekim istilacılar tarihsel olarak tam da bunu yapmış, halihazırda var olan güç yapısını ele geçirmişlerdir.

Bunun aksine, gücün ademi merkeziyetçi olduğu bir toplumda, yenilgisi ya da teslimiyeti tüm ulusu esaret altına alabilecek bir komuta merkezi bulunmaz. Örneğin, Amerikan Devrimi sırasında İngilizler, başkent düştükten sonra ülkenin geri kalanının da kendilerinin olacağı varsayımıyla enerjilerini o zamanlar Birleşik Devletler’in nominal başkenti olan Philadelphia’yı fethetmeye odakladılar. İngilizlerin fark edemediği şey, Birleşik Devletler’in merkezi bir ulus-devlet değil, gevşek örgülü bir konfederasyon olduğuydu ve Philadelphia’daki hükümetin neredeyse hiçbir yetkisi yoktu. Philadelphia düştüğünde, ülkenin geri kalanı her zamanki gibi işlerine devam etti; Amerikalılar hayatlarını Philadelphia’dan gelen direktiflere göre yaşamaya alışkın değildi ve bu nedenle İngiliz birlikleri işgal altındaki başkentte hiçbir şey yapmadan boş boş oturdular. Bu nedenle Benjamin Franklin’in, İngiliz ordusunun Philadelphia’yı ele geçirdiğini duyduğunda, “Hayır, bence Philadelphia İngiliz ordusunu ele geçirdi” dediği söylenir.

Yerinden Yönetimin Tehlikeleri?

Aşırı merkeziyetçiliğin bir ulusu yabancı tahakkümüne karşı nasıl daha savunmasız hale getirebileceğine işaret ettikten sonra, aşırı âdem-i merkeziyetçiliğin de benzer bir tehdit oluşturuyor gibi görünebileceği bir hususa dikkat çekmeme izin verin.

M.Ö. dördüncü yüzyılda, Büyük İskender olarak hatırladığımız seri katil, bugün Orta Doğu olarak bildiğimiz bölgenin neredeyse tamamını fethetti. Dehşet verici bir hikâye okumak istiyorsanız, en son Stephen King romanını bir kenara bırakın ve Arrian’ın İskender’in Seferleri adlı kitabını elinize alın; kuru ve gerçekçi bir üslupla bu dengesiz psikopat ile yorgun ve yaşlanmış ordusunun Pers İmparatorluğu’nun paramparça olmuş kalıntıları üzerinde bir şimşek gibi nasıl ilerlediğini, şehir üstüne şehir üstüne şehir fethettiğini anlatıyor ….

Eğer çeşitli kentler bir tür toplu savunma örgütleyip aynı anda İskender’e saldırmış olsalardı, ordusunu yok etmiş olacaklardı. Yüz binlerce hayat kurtulacak ve yüzlerce şehir özgürlüğünü koruyacaktı. Bunun yerine, şehirler İskender’le teker teker yüzleşti, her biri kendi ele geçirilemezliğinden emindi. Ve teker teker düştüler.

Bu durum, etkili bir güvenlik sağlamak için bir tür merkezi savunmaya ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor gibi görünebilir. Ama ben tam olarak bunu gösterdiğini düşünmüyorum. Kolektif, uyumlu, işbirliğine dayalı eylem için örgütlenme ihtiyacını gösteriyor. Ancak tüm örgütlenme, merkezi bir otoritenin direktifler yayınladığı ve alt kademelere düzen dayattığı yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir model açısından görülmemelidir. Özgür bir ulusu savunmanın anahtarı, düşmanın ele geçirebileceği bir komuta merkezine sahip olmayacak kadar merkezi olmayan, ancak işgalcinin bir dizi bireysel çatışmayla değil, birleşik bir kolektif savunmayla karşı karşıya kalmasını sağlayacak kadar organize bir güvenlik sistemine sahip olmaktır.

Başka bir deyişle, anahtar şudur:

MERKEZILEŞME

OLMADAN ORGANIZASYON

O halde hedef, merkezileşmeden örgütlenmektir. Bu hedefin nasıl gerçekleştirileceği ise elbette başka bir konudur.

Cesaretlendirici Bir Not

Kuşkusuz bu zor bir dengedir. Ancak umutsuzluğa kapılmadan önce, ulaşmaya çalıştığımız hedefin nispeten mütevazı olduğunu fark etmeliyiz. Özgür bir ulusun savunması sadece bununla sınırlı olacaktır: savunma. Dünya çapında askeri müdahaleler, emperyalizm, dış maceralar, gambot diplomasisi olmayacaktır. Bu da özgür bir ulusun savunma bütçesinin potansiyel düşmanlarınınkinden çok daha ucuz olacağı anlamına gelir. Bu gerçeği, özgür bir ulusun aynı zamanda düşmanlarından çok daha müreffeh bir ekonomiye sahip olacağı gerçeğiyle bir araya getirirsek, iyimser olmak için bazı nedenler görebiliriz.

Bırakın Piyasa Halletsin

Çoğu liberteryen şu fıkrayı duymuştur: “Bir ampulü değiştirmek için kaç liberteryen gerekir?” “Hiç, piyasa bu işi halleder.”

Belki de aynı cevabı ulusal savunma konusundaki endişeler için de verebiliriz. Avusturyalı iktisat öğrencileri olarak (bkz. örneğin F. A. Hayek’in yazıları) serbest piyasanın, piyasa aktörlerinin dağınık bilgilerini koordine ederek, hiçbir bireyin tasarlayamayacağı çözümler üretme yeteneğine sahip olduğunu biliyoruz. Öyleyse neden ulusal savunma sorununa yönelik çözümün ne olması gerektiğini önceden dikte etmeye çalışmak yerine, piyasanın kendiliğinden düzeniyle ortaya çıkmasına izin vermeyelim?

Bir anlamda cevabın bu olduğunu düşünüyorum; ancak eksik. Avusturya ekonomisi öğrencileri olarak (örneğin Israel Kirzner’in yazılarına bakınız), piyasaların etkinliğinin büyük ölçüde girişimcilerin eylemlerine bağlı olduğunu da biliyoruz ve Avusturya teorisine göre girişimciler (neoklasik ekonomide olduğu gibi) piyasa fiyatlarına pasif bir şekilde tepki vermezler, bunun yerine kar fırsatlarına karşı aktif bir şekilde tetiktedirler ve sürekli olarak yeni çözümler icat etmeye ve pazarlamaya çalışırlar. Ben Özgür Ulus Vakfı’ndaki rolümüzü entelektüel girişimciler olarak görüyorum; bizim çözüm üretmemiz, piyasanın çözüm üretmesinin ne anlama geldiğinin bir parçasıdır (ancak hiçbir şekilde tamamı değildir). Bizler piyasayız.

Ampul şakası liberter iktisadın Hayekçi yönünü yansıtmaktadır ve Hayek’in içgörüsü önemli bir içgörüdür. Ancak Hayek’i “yapıcı rasyonalizmin” kötülüklerine karşı bir tiradda takip etmeden önce, Hayekçi içgörüyü, piyasanın işleyişinin bireylerin yaratıcı zekasına bağlı olduğu şeklindeki eşit derecede önemli Kirznerci içgörüyle dengelemeyi unutmamalıyız.

Bu nedenle fıkraya farklı bir son öneriyorum: “Bir ampulü değiştirmek için kaç özgürlükçü gerekir?” “Ben yaparım, bir dolara.”

Üç Ekonomi

Kısacası, piyasanın hangi çözümleri üreteceğini tam olarak tahmin edemesek de neyin işe yarayabileceğini anlamaya çalışmak ve iyi girişimciler gibi piyasa sürecini istediğimiz çözümler doğrultusunda etkilemeye çalışmak faydalı olacaktır. (Her halükârda, kurmayı umduğumuz ulusu nasıl savunmayı önerdiğimizi anlatacak bir şeyimiz olursa, insanları özgür ulus hareketine katılmaya ikna etmek daha kolay olacaktır!)

Ulusal savunma sorununa çözüm bulmaya çalışırken, arayışımızı aşırı dar bir seçenekler yelpazesiyle sınırlamadığımızdan emin olmamız gerekir. Bu bağlamda bana ilk kez Phil Jacobson tarafından açıklanan bir ayrımı son derece faydalı buluyorum. Jacobson üç tür ekonominin ayırt edilebileceğini belirtmiştir: Kâr Ekonomisi, Hayırseverlik Ekonomisi ve Emek Ekonomisi [*]. (Jacobson’ın terminolojisini tam olarak kullandığımdan emin değilim, ama önemli değil.) Kâr Ekonomisinde, X mal veya hizmetini isteyen insanlar, bunu sağlaması için bir başkasına ödeme yaparak X’i elde edebilirler. Hayırseverlik Ekonomisinde, X’i isteyen insanlar bunu kendilerine ücretsiz verecek birini bularak elde edebilirler. Emek Ekonomisinde, X’i isteyen insanlar onu kendileri üreterek elde edebilirler. Jacobson’ın belirttiği gibi, serbest piyasa anarşistleri devlete gönüllü özel alternatifler aramaya başladıklarında, öncelikle Kâr Ekonomisi açısından düşünme eğilimindedirler- solcu anarşistler ise öncelikle Emek Ekonomisi açısından düşünme eğilimindedirler. Yine de gerçek dünyadaki herhangi bir piyasa sisteminde, üç ekonomi de kültüre ve koşullara bağlı olarak farklı kombinasyonlarda bir arada var olur ve etkileşime girer.

Örneğin, ailemde acil bir durum ortaya çıktığını ve normal gelirimden daha fazla paraya ihtiyacım olduğunu varsayalım. Fazladan parayı nasıl bulabilirim?

İkinci bir işe girebilir ya da kredi alabilirim. Bu çözümlerin her ikisi de Kâr Ekonomisi aracılığıyla kullanılabilir; eğer işe girersem, parayı emeğimle öderim; eğer kredi alırsam, krediyi faiz ödemeleriyle öderim. Her iki durumda da sunabileceğim bir mal veya hizmet karşılığında bana yardım edecek birini bularak sorunumu çözüyorum.

Ya da özel bir hayır kurumuna veya bir devlet sosyal yardım programına başvurabilirim- veya bir arkadaşımdan faizsiz kredi alabilirim. Bu şekilde paramı Hayırseverlik Ekonomisi yoluyla elde etmiş olurum: Bana ücretsiz yardım edecek birini bulurum.

Ya da bahçemde kendi yiyeceğimi yetiştirerek masraflarımı azaltabilirim; ya da belki de “How Government Solved the Health Care Crisis: Medical Insurance that Worked – Until Government “Fixed” It” (Formulations, Cilt I, No. 2 (Kış 1993-94)) ve “Anarchy in the U.K.: The English Experience With Private Protection” (Formulations, Cilt II, No. 1 (Sonbahar 1994)) başlıklı makalelerde anlattığım gibi bir yardımlaşma örgütünün kaynaklarını bir araya getirebilirim. Bu çözüm Emek Ekonomisini içerir: Kendime yardım etmenin bir yolunu bulurum (belki de kendilerine yardım eden diğerleriyle birlikte).

O halde, ulusal savunmaya serbest piyasa yaklaşımları ararken, Jacobson’ın “üç ekonomisinin” her birinin yardımcı olabileceği yolları göz önünde bulundurduğumuzdan emin olmalıyız.

Kâr Ekonomisi Yoluyla Savunma

Piyasa anarşizmi literatüründe, güvenlik sorununa en yaygın olarak önerilen çözüm özel koruma ajansıdır. (Bu teoriye genel bir aşinalık olduğunu varsayacağım. Daha fazla ayrıntı için örneğin David Friedman’ın Machinery of Freedom, Murray Rothbard’ın For A New Liberty ve Bruce Benson’ın Enterprise of Law adlı kitaplarına bakınız. ) Bu bağlamda, ulusal güvenlik sorununa getirilebilecek en bariz çözüm, koruma ajanslarının (ya da bazılarının veya bir konsorsiyumun) yerli suçluların yanı sıra yabancı işgalcilere karşı da koruma sağlamayı teklif etmeleridir.

David Friedman gibi bazı piyasa anarşistleri bu çözüme sempati duymakla birlikte uygulanabilirliği konusunda kötümserdir. Buradaki zorluk, ulusal güvenliğin iç güvenlikten çok daha büyük bir kamu malı sorunu teşkil etmesidir, çünkü katkıda bulunmayanları ulusal güvenliğin faydalarından dışlamak çok daha zordur- ve katkıda bulunmayanlar dışlanamazsa, katkıda bulunmak için bir teşvik olmaz ve bu nedenle bu korumayı satan ajanslar buna değecek kadar gelir elde edemezler.

Önceki sayılarda kamu malları sorununu neden çok ciddi bir zorluk olarak görmediğimi açıklamıştım. (“The Nature of Law, Part I: Law and Order Without Government,” Formulations, Vol. I, No. 3 (Spring 1994); “Funding Public Goods: Six Solutions,” Formulations, Cilt II, No. 1 (Sonbahar 1994). Bu yüzden burada bu konu hakkında fazla bir şey söylemeyeceğim.

Kar Ekonomisi çözümüyle ilgili başka sorunlar da vardır. Birleşik bir askeri savunmanın etkili olabilmesi için bir dereceye kadar merkezileşmeye ihtiyacı var gibi görünmektedir ve ulusal güvenlik satan bir koruma ajansları konsorsiyumunun, Orta Çağ’daki Anglosakson hükümdarlarının sürekli Viking istilalarının baskısı sayesinde gönüllü katkılar karşılığında ulusal savunma sağlayan askeri girişimcilerden, vergilendirme ve yasama gücüne sahip yerel diktatörlere dönüşebildiği gibi bir hükümete dönüşme tehlikesi vardır.

Bu tehlike özellikle konsorsiyumun askerleri müşterilerden çok konsorsiyuma sadıksa daha da büyük olabilir. Livy’den Machiavelli’ye kadar siyasi yazarlar vatandaş askerler yerine yabancı paralı askerlerin kullanılmasına karşı uyarıda bulunmuşlardır çünkü bir hükümetin yabancı paralı askerleri kendi vatandaşlarına karşı kullanması daha kolaydır. Bunun canlı bir örneği Polonya hükümetinin 1980’lerde Dayanışma hareketini bastırma girişimi sırasında görülmüştür; bir kalabalığın ezilmesi ve dövülmesi gerektiğinde hükümet Rus birliklerini kullanmıştır çünkü Polonyalı birliklerin sadakatlerinin bölünebileceğinden korkmuşlardır. (Bu belki de bize Batılı hükümetler tarafından çok uluslu BM güçlerinin giderek daha fazla kullanılmasını endişeyle karşılamamız için bir neden veriyor).

Ancak sorun belki de aşılamaz değildir. Savunma ajanslarından oluşan bir konsorsiyum, bir kralın ya da hükümetin sahip olduğu meşruiyet ve otorite örtüsünden yoksun olacaktır ki bu da bir güç gaspını daha zor hale getirecektir. Dahası, özgür bir ulusun vatandaşları muhtemelen silahlı olacaktır ve herhangi bir halkın tecavüzcü bir hükümete karşı özgürlüğü, son tahlilde, silah sahibi olmalarına ve bunları kullanmaya istekli olmalarına bağlıdır. (Bu nedenle iktidarlarını pekiştirmek isteyen hükümetler genellikle Kardinal Richelieu’nun Fransız hükümdarlarına verdiği tavsiyeye uymuşlardır: halkı silahsızlandırmak, yerel milisleri dağıtmak ve silahlara erişimi merkezi hükümetin tekeline almak. Ancak Machiavelli, silahlı bir halkı ulusal savunmanın ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü için tam tersini tavsiye etmiştir; bu nedenle, Xenophon gibi daha önceki siyasi düşünürler gibi, bugün silah kontrolünü savunanların akılsızca uluslarının istilaya karşı güvenliğini zayıflattığını düşünürdü. [1] Her halükârda, bir hükümetin ya da hükümet adayının halkı silahsızlandırmada başarılı olup olamayacağı nihayetinde halkın kendi uyanıklığına bağlıdır ve bunun için otomatik bir formül bilmiyorum).

Hayırseverlik (Charity) Ekonomisi Yoluyla Savunma

İnsanlar önemsedikleri amaçlar için her zaman para bağışında bulunurlar. Ve ne kadar müreffeh olurlarsa, o kadar çok bağış yaparlar. Özgürlükçü ekonomi umutsuzca yanlış değilse- ki bu durumda şimdi vazgeçebiliriz- özgür bir ulustaki insanlar son derece müreffeh olacaktır. Ve muhtemelen ulusal güvenliği önemseyeceklerdir. Dolayısıyla, sadece hayırseverlik yoluyla ulusal savunma amacıyla büyük miktarda para toplanabileceğini öngörebiliriz. Yukarıda da belirtildiği üzere, gerçekten savunmaya yönelik bir ulusal savunmanın mali ihtiyaçları nispeten mütevazı olduğundan, hayırseverlik kolaylıkla savunma fonlarının ana kaynağı olabilir.

Aklıma gelen iki sorundan bahsetmeme izin verin. İlk olarak, bu bağışların uygun alıcısının belirlenmesi meselesi var. Böyle bir alıcının satın aldığı silahları kötüye kullanması nasıl engellenebilir? Özünde bu, yukarıda tartışılan bir konsorsiyumun hükümete dönüşmesi sorunudur. Özgürlükçü anarşinin tekrar hükümete -ve belki de anarşist sistemin yerinden ettiğinden daha kötü bir hükümete- dönüşmesinin nasıl engelleneceği konusu hayati derecede önemli bir konudur, ancak burada derinlemesine ele alınamayacak kadar geniş bir konudur. (Bunun gelecekteki bir FNF Forumu için mükemmel bir konu olacağını düşünüyorum).

Bununla bağlantılı ikinci zorluk ise şudur: “Funding Public Goods: Six Solutions” (Formulations, Cilt II, No. 1 (Sonbahar 1994)) başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, büyük şirketlerin ulusal savunmaya büyük meblağlarda bağış yapmak için bir nedeni – yani iyi bir tanıtım – olacaktır (tıpkı şu anda çevresel amaçlara vs. bağış yaparak imajlarını iyileştirdikleri gibi). Bu iyi haber. Ancak kötü haber, görünüşe göre, bu katkıların bu tür şirketlerin ulusal güvenlik kararlarını kendi lehlerine çarpıtmalarını sağlayabilecek olmasıdır (United Fruit / United Brands gibi büyük şirketlerin Guatemala’da şirket çıkarlarını desteklemek için ABD ordusunu müdahaleye zorlamasına ya da petrol şirketlerinin İran’da Musaddık’ı devirmek için CIA’yı devreye sokmasına benzer; ayrıntılar için Jonathan Kwitny’nin Endless Enemies kitabına bakınız).

Ancak bunun piyasa anarşisti bir toplumda bugün olduğundan çok daha az sorun olacağını düşünüyorum. Hükümet zenginlerin etkisini artırır, çünkü hükümetin karar vericileri kontrol ettikleri paranın sahibi değildir ve bu nedenle şirket çıkarlarını desteklemek için bu çıkarlardan rüşvet ve kampanya katkıları yoluyla gerçekte aldıklarından daha büyük bir miktar harcamaya isteklidirler. Özel koruma kurumlarının maliyetleri içselleştirilecek ve böylece şirketler sınıfı bu önemli kaldıraçtan mahrum kalacaktır. (Bu onu tamamen etkisiz hale getirmeyecektir; bu konudaki endişelerim için “Yönetici Sınıftan Kaçabilir miyiz​?” başlıklı makaleme bakınız. (Formulations, Cilt II, No. 1 (Sonbahar 1994)). Ancak gücünü önemli ölçüde azaltacaktır).

Çalışma Ekonomisi Yoluyla Savunma: Silahlı Bir Halk

Bence hem Kar Ekonomisi hem de Hayırseverlik Ekonomisi savunma hizmetleri sağlayıcıları olarak uygulanabilir. Kuşkusuz bu hizmetleri sağlayanlara güvenme konusunda sorunlar var, ancak bu sorunların çözülebileceğini düşünüyorum.

Ancak ulusal savunma yetkisini devretmek tehlikeli olduğu ölçüde, belki de önemli ölçüde kendi kendine yardım herhangi bir ulusal güvenlik paketinin önemli bir bileşeni olmalıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere, silahlı bir halk hem dış hem de iç tehditlere karşı bir ulusun özgürlüklerinin nihai güvencesidir.

Sivillere dayalı silahlı savunmaya büyük ölçüde güvenmenin olası bir dezavantajı, düşman ülkeye girene kadar etkili olamamasıdır- bu noktada dava umutsuz görünebilir. Ancak Machiavelli, Livy Üzerine Söylevler adlı eserinde ikna edici bir şekilde düşmanla onun topraklarında değil kendi topraklarınızda karşılaşmanın daha iyi olacağını savunur- tabii eğer silahlı bir halkınız varsa. Eğer halkınız silahlı değilse, düşmanı mümkün olduğunca kendi topraklarınızdan uzakta karşılamanız gerektiği konusunda uyarır.

Bir ülkeyi işgal etmek için savunmak için gerekenin yaklaşık üç katı asker gerektiğinin söylendiğini sık sık duymuşumdur; savunan taraf bölgeyi daha iyi bilir, düşman yerel halkla karşılaşmaz ve çok daha kısa ve dolayısıyla daha az savunmasız bir ikmal hattına sahiptir. Pek çok askeri teorisyen, Güney’in Kuzey birlikleriyle eşit şartlarda, düzenli savaş düzeninde karşılaşmak için ileri yürümek yerine yerinde kalıp işgalciye karşı keskin nişancılık ve gerilla savaşına güvenmiş olsaydı İç Savaşı kazanabileceğini savunmuştur. İsviçre’nin silahlı vatandaşları uzun zamandır potansiyel işgalcilere karşı güçlü bir caydırıcı unsur oluşturmuş ve bu ülkenin karşılaştırmalı olarak inanılmaz derecede uzun bir süre boyunca barış ve özgürlüğü korumasını sağlamıştır. (Tabii ki ülkenizin Alplerle çevrili olmasının bir zararı yok!)

O halde silahlı bir halk, uygulanabilir bir savunma olabilir. Ancak İskender’in dersini hatırlayın: silahlı bir savunma örgütlenmediği sürece, bir işgalci tek tek silahlı mahalleleri teker teker toplayabilir. O halde ihtiyaç duyulan şey bir tür yurttaş milisidir. Ancak merkezi bir hükümet tarafından çağrılan ve yönetilen bir milis daha önce de bahsettiğimiz zorlukları beraberinde getirir. Unutmayın, anahtar:

MERKEZILEŞME OLMADAN ÖRGÜTLENME.

O halde en iyi milis türü, aşağıdaki çizgide örgütlenmiş bir milis olabilir. Üyeleri tarafından demokratik bir temelde yönetilen bir dizi yerel mahalle milisleri ile başlayın- Formulations’ın önceki sayılarında tartışılan karşılıklı yardım derneklerinin askeri eşdeğeri. Bu yerel milislerin bir kısmı bir araya gelerek bir ilçe milisi oluşturur, bu da diğerleriyle birleşerek eyalet çapında bir milis oluşturur ve bu böyle devam eder- böylece nihai Ulusal Milisler bir “dernekler birliği” (Fransız anarşist Proudhon’un devletin yerini alması gereken formül) olarak örgütlenir, güç ve yetki yukarıdan aşağıya değil aşağıdan yukarıya doğru işler. (İnsan gücüne gelince, birçok milis geleneksel olarak zorunlu askerliğe dayanıyor olsa da, bu gereksiz görünüyor; bir ulus gerçekten saldırı altındaysa- dış müdahalelere katılmanın aksine- gönüllü sıkıntısı asla yaşanmaz. Ve halkın silah taşımaya ve kullanmaya alışık olduğu yerlerde, yeni askerler için gereken eğitim süresi daha kısa olacaktır). Her milisin üyeleri kendi komutanlarını seçecek (Devrim Savaşı sırasında Amerikan askerlerinin yaptığı gibi) ve bu şekilde Ulusal Milislerin başkomutanına kadar devam edecektir. Geleneksel bir ordunun yukarıdan aşağıya yaklaşımının yerini alan bu aşağıdan yukarıya yaklaşım, en üst düzey askeri liderin iktidarı ele geçirmesini çok daha zor hale getirecektir. Böyle bir milis, merkezileşme olmadan örgütlenme hedefine pekâlâ ulaşabilir. [3]

Bu modelin anarşist bir toplumdan ziyade minarşist bir topluma uyarlanabilmesi için bir miktar değiştirilmesi gerekebilir; milislerin başkomutanını özgürlükçü hükümete tabi kılıp kılmayacağımızı düşünmemiz gerekecektir. Hem evet hem de hayır demek tehlike arz ediyor gibi görünüyor. Bu konudaki önerileri memnuniyetle karşılıyorum.

Çalışma Ekonomisi Yoluyla Savunma: Şiddet İçermeyen Direniş

Bir işgalciye karşı örgütlü öz yardımın bir diğer olası biçimi de şiddetsiz direniş stratejisidir. Bu kulağa pratik gelmeyebilir; ancak sürekli ve yaygın şiddetsiz direniş İngilizleri Hindistan’dan, Fransızları ve Belçikalıları Ruhr’dan, Kapp Darbecilerini Weimar Almanya’sında iktidardan ve ırk ayrımcılığını Amerika Birleşik Devletleri’nden uzaklaştırmıştır. Şiddet içermeyen direniş- “pleblerin ayrılması” – antik Roma’da plebler tarafından Senato’ya karşı etkili bir şekilde kullanılmıştır; ve bu ülkedeki savaş protestocularının şiddet içermeyen direnişi Vietnam Savaşı’nın sona ermesinde önemli bir rol oynamıştır. Şiddet içermeyen direniş aynı zamanda Amerikan Devrimi’nin ilk aşamalarında İngilizlere karşı ve daha yakın zamanda Komünizmin Çöküşü sırasında totaliter hükümetlere karşı da önemli bir etki yaratmıştır.

Tiananmen’in kanının bize hatırlatması gerektiği gibi, şiddetsiz direniş elbette çoğu zaman başarısız olur. Ancak şiddet içeren direniş de çoğu zaman başarısız olur. Şiddet içermeyen direnişin ulusal savunma için etkili bir araç olup olamayacağı, ne ölçüde ve hangi koşullar altında olabileceği üzerinde düşünmeye değer.

Şiddetsiz direniş teorisyenlerinin çoğu – örneğin Tolstoy, Gandhi, LeFevre – bunu öncelikle etik gerekçelerle savunurlar, çünkü meşru müdafaada bile şiddet kullanımını ahlak dışı olarak görürler. Ben bu görüşü paylaşmıyorum. (Nedenlerim için “Punishment vs. Restitution: Formulations, Cilt I, No. 2 (Kış 1993-94)). Ancak Bryan Caplan’ın yakın tarihli bir makalesi (“The Literature of Nonviolent Resistance and Civilian-Based Defense,” Humane Studies Review, Vol. 9, No. 1 (1994)) şiddetsiz direnişin üstünlüğünü tamamen stratejik gerekçelerle savunmaktadır:

“Hükümetin şiddet kullanma kabiliyeti isyancılarınkini büyük ölçüde aşmaktadır. Gerçekten de şiddet içeren isyanlar genellikle baskıcı rejimleri güçlendirir ve bu rejimler isyancıların şiddet kullanmasının baskı gerektirdiğini makul bir şekilde iddia edebilir. Hükümetin karşılaştırmalı avantajı şiddet eylemlerinde yatmaktadır. Buna karşılık halkın karşılaştırmalı avantajı, işbirliğini reddetme becerisinde yatar ki bu olmadan hükümetin varlığını sürdürmesi neredeyse imkansızdır. Vergi grevlerinin, boykotların, genel grevlerin ve yasalara uymayı yaygın bir şekilde reddetmenin bir hükümet için ne kadar ölümcül olduğunu düşünün. Bu taktikler şiddetsiz olsa da, evrensel ve inatçı kullanımları her hükümeti korkutmalıdır. Şiddetsizliğin başka avantajları da vardır. Şiddetten daha az tehlikeli ve radikal göründüğü için daha kolay … geniş halk desteği kazanır. Katılımın maliyeti daha düşüktür, dolayısıyla daha fazla insanın katılması muhtemeldir. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar gibi geleneksel savaşçı olmayanlar şiddetsiz mücadeleye etkin bir şekilde katılabilir. Muhalifleri dönüştürme ve egemen sınıf içinde iç anlaşmazlık yaratma olasılığı daha yüksektir. Genellikle şiddete kıyasla çok daha az can ve maddi kayba yol açar. Ve şiddet eylemlerine göre daha ademi merkeziyetçi olduğu için, başarılı olması halinde daha da baskıcı bir devlete yol açma olasılığı daha düşüktür.” (Caplan, s. 6.)

Caplan, baskıcı bir hükümetin bu tür savunmasız muhalifleri kolayca biçebileceğini ve şiddetsiz direnişi pratik olmaktan çıkaracağını söyleyenlere şu yanıtı veriyor

“… kaba kuvvetten ziyade ideoloji ve rıza – ister isteksiz ister hevesli olsun – siyasi gücün nihai temelidir. Eğer nüfusun yeterince büyük bir kesimi hükümete itaat etmeyi reddederse, hükümet yönetme kabiliyetini kaybedecektir. Sadece itaatsizlik tehdidi bile çoğu zaman hükümeti mağduriyetleri gidermeye kışkırtmak için yeterince ciddidir. Dahası, hükümetler açıkça şiddetsizlik yanlısı olan protestoculara karşı şiddet kullandıklarında, ideolojik temellerini zayıflatır ve genellikle tartışmasız yönetimi daha da zorlaştırırlar. … hükümet onlarla mücadele etmek için baskıya başvururken bile protestocuların şiddetsizliğe bağlı kalması, daha önce tarafsız olan grupları kazanma ve zulüm gören grupların diğer üyelerine ilham verme ve onları dahil etme eğilimindedir. [Gene Sharp] bunu ‘siyasi jiu-jitsu’ olarak adlandırıyor- jiu-jitsu, rakibin saldırganlığını ve vahşetini ona karşı kullanan bir dövüş sanatı tarzıdır. … başarılı olduğu ölçüde, bunu genellikle muhalifleri dönüştürerek, baskıyı sürdürmek için çok maliyetli hale getirerek ve hükümetin iktidarı sürdürme yeteneğini tehdit ederek yapar.” (Caplan, s. 4-5.)

Hıristiyanlığın yükselişi Caplan’ın bahsettiği şeye iyi bir örnek olabilir; zulme karşı şiddet içermeyen direnişleri sayesinde bu küçük mezhep birçok Romalının sempatisini ve hayranlığını kazanmış ve nihayetinde din değiştirmelerini sağlamıştır. (Ne yazık ki, Hıristiyanlar güç kazandıktan sonra şiddetsizliğe olan bağlılıkları azaldı …. )

Kaplan, şiddetsiz direniş fikrini ulusal savunma arenasına taşıyor:

“… caydırıcı unsurlar standart askeri unsurlarla sınırlı değildir. Daha ziyade, işgali o kadar zorlaştırmak gerekir ki, fetih maliyetleri faydalarını aşsın. Kitlesel vergi direnişleri, boykotlar, firar kışkırtmaları ve grevler bunu başarabilir. Ve eğer müstakbel bir fatih şiddet içermeyen tekniklerin işgalin maliyetini artıracağını fark ederse, bunu denemekten vazgeçebilir.” (Kaplan, s. 7.)

Yabancı işgaline karşı şiddetsiz direnişin şaşırtıcı derecede güçlü bir başarı geçmişi vardır ve Caplan birçok etkileyici örnekten bahsetmektedir. Ayrıca şiddetsiz direnişin bazen en acımasız ve totaliter işgalcilere karşı bile en azından sınırlı bir şekilde etkili olduğunu belirtiyor: “Nasyonal Sosyalist ırkçı zulümlere karşı şiddete başvurmadan direnen uluslar [örneğin Norveç, Danimarka, Belçika] neredeyse tüm Yahudilerini kurtarırken, Nazi kontrolündeki diğer uluslardaki Yahudilerin toplama kamplarına yerleştirilme ve öldürülme olasılığı çok daha yüksekti.” (s. 10.) Ancak şiddetsiz direnişin örgütlenme yoluyla çok daha etkili olabileceğini vurguluyor:

“… şiddetsizliğin çoğu tarihsel olarak düzensiz ve örgütsüz olduğu için, eğitim, stratejik ve taktiksel planlama yoluyla etkinliğini artırmak mümkün olabilir. … Eğer ülkeler şiddetsiz mücadele için de askeri mücadele için harcadıkları kadar enerji harcarlarsa ne olur?” (Caplan, s. 6.)

Şiddet içermeyen direnişin etkinliğini artırmak için olası stratejiler arasında Caplan şunları önermektedir

“Şiddetsizlik teknikleri konusunda genel eğitim ve öğretimin yanı sıra uzmanları eğitmek için bir ‘West Point’; işgalcilerin tüm iletişim araçlarını ele geçirmesini önlemek için yayıncılık ve yayın ekipmanlarının yaygınlaştırılması ve genel bir grevin acısını hafifletmek için … yerel stoklar.” (Kaplan, s. 7.)

Caplan’ın bahsettiği fikirler için temel referansı, kariyerini şiddetsiz direniş tekniklerinin ulusal savunma sorununa nasıl uygulanabileceğini araştırmaya adamış olan Gene Sharp’tır. Sharp’ın Caplan tarafından alıntılanan eserleri arasında şunlar yer almaktadır: The Politics of Nonviolent Action; Exploring Nonviolent Resistance; Gandhi as a Political Strategist; Social Power and Political Freedom: Making Europe Unconquerable; National Security Through Civilian-Based Defense; ve Civilian-Based Defense: A Post-Military Weapons System. Caplan ayrıca konuyla ilgili düzinelerce başka çalışmaya da atıfta bulunuyor; ben sadece en ilginç gelen iki tanesinden bahsedeceğim: Adam Roberts tarafından yazılan Civilian Resistance as a National Defense ve Anders Boserup & Andrew Mack tarafından yazılan War Without Weapons. Bu kitapların hiçbirini okumadım ama okumayı düşünüyorum.

Ayrıca bu fikirleri örnekleyen iki keyifli bilim-kurgu romanı da önerebilirim: Eric Frank Russell’ın The Great Explosion ve James Hogan’ın Voyage From Yesteryear. Çok komik ve hicivli bir kitap olan Büyük Patlama’da, Dünya’dan gelen bürokratlar ve askeri rütbeliler, Dünya’nın Gand gezegeni üzerindeki kontrolünü yeniden tesis etmeye çalışırlar; anarko-pasifistlerin dünyası, müstakbel işgalcileri engellemek ve/veya yenmek için şiddet içermeyen direniş tekniklerini başarıyla uygular. Daha az hicivli, daha gerçekçi bir eser olan Voyage From Yesteryear’da da temel olay örgüsü aynıdır, ancak anarşist gezegen (artık Gand değil Chiron)3 pasifist değildir ve sakinleri özgürlüklerini savunmak için şiddet kullanmaya istekli ve muktedirdir. Ancak sadece şiddete güvenmiyorlar, işgalcileri engellemek ve/veya yenmek için şiddetle şiddet içermeyen teknikleri başarılı bir şekilde harmanlıyorlar ve Russell’ın kitabındakiyle aynı sonucu elde ediyorlar. (Oldukça farklı bir not olarak, Vernor Vinge’nin Across Realtime adlı romanı, anarşist bir toplumu işgal eden bir hükümetin hikayesini anlatır, çünkü anarşist vahşi doğada saklanan zengin çatlakların özel mülkiyete ait nükleer silahlar stokladıkları ortaya çıkar! Farklı insanlar için farklı vuruşlar sanırım. Her üç kitap da okunmaya değer).

Ulusal savunmaya yönelik tamamen şiddetsiz bir yaklaşımın etkinliği konusunda Bryan Caplan’dan biraz daha az iyimser olduğumu düşünüyorum. Ben hala silahlı bir halka, özel koruma kurumlarına ve organize ama merkezi olmayan bir milise güvenme eğilimindeyim. (Şiddet içermeyen tekniklerin etkinliği konusunda Kaplan’dan daha temkinli bir değerlendirme için Ted Galen Carpenter’ın “Resistance Tactics: A Review of Strategic Nonviolent Conflict: Peter Ackerman ve Christopher Kruegler’in The Dynamics of People Power in the Twentieth Century (Direniş Taktikleri: Yirminci Yüzyılda Halk Gücünün Dinamikleri) adlı kitabının gözden geçirilmesi,” Reason, Ocak 1995. Ancak Caplan’ın önerileri ciddi bir değerlendirmeyi hak ediyor. Belki de en iyi çözüm, şiddetsizliği tamamen reddetmek ya da sadece şiddetsizliğe bel bağlamak yerine, şiddetsiz direnişin unsurlarını gerektiğinde şiddet içeren bir milis çerçevesine entegre etmeyi başaran (böylece Gand’dan ziyade Chiron örneğini izleyen) bir çözüm olacaktır. [4]

Her halükârda, Caplan’ın özgürlükçülerin bu alanda daha fazla araştırma yapması için yaptığı kapanış çağrısını kuvvetle destekliyorum:

“Devlet gücüne ve müdahaleci dış politikaya duydukları güvensizliğe rağmen, klasik liberaller zorbalıkla mücadele etmek için şiddete karşı belirli alternatifler öngörmekte zorlanmışlardır. Şiddet içermeyen direniş literatürü bu alanda nüfuz edici içgörülerle doludur. Ve klasik liberaller sıklıkla hem seçim politikalarına hem de şiddete alternatifler ararken, spesifik öneriler seyrek olmuştur. Bunlar şiddetsizlik literatürünün doldurabileceği boşluklardan sadece birkaçıdır. Daha estetik bir not olarak, şiddetsizliğin tarihsel örneklerinin çoğu, gönüllü kurumların devletin rolünü tamamlama veya değiştirme gücünün güzel örnekleridir.” (Caplan, s. 12.)

Savunanları kim savunacak?

O halde, seçenekleri değerlendirdiğimizde, özgürlükçüler olarak, özgür ulusumuzu savunmak için üç yönlü bir stratejiye- ihtiyatlı bir güven de olsa- güven duymak için nedenlerimiz olduğunu iddia ediyorum.

1 İlk çatal: hem ödeme yapan müşteriler hem de hayırsever katkılarıyla desteklenen düzenli bir yüksek teknoloji askeri savunma.

2 İkinci çatal: merkezi olmayan bir milis şeklinde örgütlenmiş silahlı bir vatandaş kitlesi.

3 Üçüncü çatal: organize şiddet içermeyen direniş.

Bu uçlar pekâlâ tek bir korkutucu palada birleştirilebilir: savaşçı üyelerinden aidat ve savaşçı olmayanlardan veya üye olmayanlardan katkı toplayan ve tek ve aynı demokratik yapı aracılığıyla şiddetli ve şiddetsiz direnişi koordine eden bir milis.

Bence bu etkileyici bir askeri güç olurdu. Ve bu beni meraklandırıyor: diğer ulusları bizden ne koruyacak? Antik ve orta çağ tarihini okudukça, anarşik, ademi merkeziyetçi, eşitlikçi, bireyci toplumların her zaman barışçıl toplumlar olmadığını fark ediyorum. Özgürlükçü modeller olarak hayranlık duyduğumuz Kelt ve Viking toplumları tarihteki en etkili yağmacılar ve fatihler arasındaydı. Özgür ulusumuzun kendisinin diğer ulusların güvenliği için bir tehdit haline gelmesini (ve dolayısıyla bu uluslar bize saldırmaları için kışkırtıldıkça nihayetinde kendi güvenliği için bir tehdit haline gelmesini) ne engelleyebilir?

Bu endişe, Machiavelli’nin daha önce birkaç kez atıfta bulunduğum ve bence daha ünlü (ya da kötü şöhretli) eseri Prens’ten çok daha ilginç ve önemli bir kitap olan Livy Üzerine Söylevler kitabını okuyarak pekiştirilebilir. (Livy Üzerine Söylevler hiçbir şekilde liberteryen bir kitap değildir; ancak liberteryenlerin üzerinde düşünmesi gereken çok şey içerir. Bir özgürlükçünün okurken dikkatini çeken şey, Machiavelli’nin bir Isabel Paterson’ın siyasi kavrayışını ve keskin zekasını bir kütüğün ekonomik kavrayışıyla birleştirmeyi başarmasının tuhaf yoludur).

Machiavelli, özgür bir ulusun diğer ulusların özgürlüğü için mümkün olan en büyük tehdit olduğunu savunur:

•özgür uluslar daha müreffeh ve dolayısıyla daha iyi silahlanmışlardır;

•siyasi olarak daha istikrarlı ve dolayısıyla ihanet yoluyla yenilmeleri daha zor;

•vatandaşları arasında daha yüksek moral vardır ve bu da onları daha iyi askerler yapar;

•Vatandaşlar arasında fırsat eşitliği ve serbest rekabet, Machiavelli’nin virtù (bizim anladığımız anlamda “erdem” değil, öz disiplin, cesaret ve yaratıcılığın bir bileşimi – ki bunlar kendi ulusunuzda sahip olmak için güzel şeylerdir, ancak yan taraftaki güçlü ve saldırgan bir ulusta tehlikeli özellikler olabilir) dediği şeyi ödüllendirme ve böylece teşvik etme eğilimindedir;

•ve özgür ulusların sahip olduğu yüksek yaşam standardı nüfus artışına yol açarak komşularının topraklarına doğru genişleme baskısı yaratır.

Machiavelli Roma ve Atina’yı örnek olarak gösterir (ayrıca Thucydides’in Peloponnesos Savaşı Tarihi’ndeki Atina anlatımına bakınız, özellikle Perikles’in II. 34-46’da Atina emperyalizminin huzursuz enerjisi ve erdemi üzerine Korintlilerin I. 68-71’de yaptığı konuşma); bugün Machiavelli buna Amerika Birleşik Devletleri’ni de ekleyebilir. Elbette karşı örnekler de vardır: Örneğin İsviçre. Ve Machiavelli’nin dehasına rağmen, serbest piyasa hakkında çok az bilgisi var gibi görünmektedir; bu nedenle onun özgür toplum kavramı, on dokuzuncu yüzyıl klasik liberallerinin kısmen savaşı caydıran karşılıklı bağımlılık bağları yaratma eğilimi nedeniyle tercih ettiği serbest ticaret kavramını içermiyor gibi görünmektedir. Yine de özgürlüğün, beraberinde getirdiği teknolojik ilerlemeyle birlikte, insanların seçeneklerini artırma etkisine sahip olduğu doğrudur ve kişinin seçenekleri arttığında daha iyi takip edebileceği bir hedef, komşularının seçeneklerini azaltmaktır.

Ama belki de çözüm, özgür ulusun komşularının da özgür uluslar olma şerefine erişebilmeleridir!

Anarchy and Democracy
Fighting Fascism
Markets Not Capitalism
The Anatomy of Escape
Organization Theory