Liberteryen Mülkiyet ve Özelleştirmeler: Alternatif Bir Paradigma

Okumak üzere olduğunuz makale, Kevin Carson tarafından kaleme alınmış ve Efsa tarafından Türkçe ’ye çevrilmiştir. 17 Ocak 2014 tarihinde “Libertarian Property and Privatization: Ant Alternative Paradigm” başlığı altında yayınlanmıştır.

Carlton Hobbs yakın zamanda ana akım liberteryenlerin, serbest piyasacıların ve anarko-kapitalistlerin mülkiyet ve ekonomik faaliyetin birincil modeli olarak kapitalist şirketi tercih etme ve gelecekteki herhangi bir serbest piyasa toplumunun şirket kapitalizmi modelinde örgütleneceğini varsayma eğilimine meydan okudu. Hobbs, bu tür örgütlenme biçimlerine bir alternatif olarak, belirli bir bölgenin sakinlerinin intifa hakkına sahip olduğu, “potansiyel olarak belirsiz bir sahiplik grubunu içeren önceden herhangi bir resmi anlaşma olmaksızın” ortaya çıkan “devletsiz ortak mülkiyet” önerdi. Bu tür mülkiyete tarihsel örnekler olarak kamusal geçiş haklarını ya da köylülerin bir tarla, kuyu ya da ağaç üzerindeki müşterek haklarını vermiştir.  [1] Ortaya attığı sorular çok daha geniş bir ölçekte uygulanabilir.

Liberteryenler ve anarko-kapitalistler, devlet mülkiyeti ve hizmetlerinin ortadan kaldırılması çağrısında bulunurken, tipik olarak büyük ölçüde kurumsal kapitalist mülkiyet modeline dayanan bir “özelleştirme” süreci çağrısında bulunurlar. Devletin mülkleri açık arttırmayla satılmalı ve hizmetleri örneğin GiantGlobalCorp LLC tarafından yerine getirilmelidir. Ve gelecekteki piyasa ekonomisinin resmi, ticari girişim söz konusu olduğunda, basitçe mevcut şirket ekonomisi eksi düzenleyici ve refah devleti – On Dokuzuncu Yüzyıl “soyguncu baron kapitalizminin” idealize edilmiş bir versiyonudur. İlk eğilim, okullar ve polis gibi devlet hizmetlerinin kasaba veya mahalle düzeyinde eski müşterilerinin kooperatif kontrolü altına alınması gibi serbest piyasa anarşist perspektifinden eşit derecede geçerli olan diğer alternatifleri görmezden gelmektedir. İkinci eğilim ise devlet kapitalizmi meselesini, kârlarının aslan payını devletten alan dev şirketlerin ne ölçüde meşru özel mülkiyet ya da hırsızlığın sonucu olarak görülebileceğini görmezden geliyor.

Karl Hess, ekonomik örgütlenmenin baskın biçimi olarak şirkete yönelik bu estetik yakınlığa meydan okurken, liberteryenizmi basitçe “süper kapitalistlerin büyük holdingler kurmakta özgür olduğu bir toplum yaratmak isteyenlerle” özdeşleştirenleri kınadı… 1969’da The Libertarian Forum’da yazan Hess, bunun yerine şunları savunmuştur

Özgürlükçülük bir halk hareketi ve bir kurtuluş hareketidir. İnsanların, yaşayan, özgür, farklı insanların, gönüllü olarak ilişki kurabilecekleri, ilişkilerini kesebilecekleri ve uygun gördükleri şekilde yaşamlarını etkileyen kararlara katılabilecekleri açık, zorlayıcı olmayan bir toplum arayışındadır. Bu, fikirlerden kendine has özelliklere kadar her şeyde gerçekten serbest bir piyasa anlamına gelir. Bu, insanların yakın topluluklarının kaynaklarını kolektif olarak ya da bireysel olarak organize etmekte özgür olmaları anlamına gelir; bu, istendiği yerde topluluk temelli ve destekli bir yargıya sahip olma, istenmediği yerde hiçbir yargıya sahip olmama ya da en çok arzu edildiği düşünülen yerde özel tahkim hizmetlerine sahip olma özgürlüğü anlamına gelir. Aynı şey polis için de geçerlidir. Aynı şey okullar, hastaneler, fabrikalar, çiftlikler, laboratuarlar, parklar ve emekli maaşları için de geçerlidir. Özgürlük, kendi kurumlarınızı şekillendirme hakkı anlamına gelir. Bu kurumların sadece birikmiş güç ya da gerontolojik statü nedeniyle sizi şekillendirme hakkına karşıdır. [2]

Hess, çok sayıda liberteryenin, nasıl elde edildiğine bakmaksızın mevcut özel mülkiyet haklarını savunma ve devlet kapitalist ekonomisinde şu anda zirvede olanların sadece “geçmiş erdemin” ödüllerini topladıklarını varsayma yönündeki kültürel eğilimini kınadı.

Liberteryen hareketin insanlarının çoğu… sağdan geldiği için, sanki çıkarları gerçekten de örneğin özel mülkiyeti savunmaya odaklanıyormuş gibi, en azından bir savunmacılık havası ya da belki de miazması var. Elbette gerçek şu ki liberteryenizm mülkiyet ilkelerini geliştirmek istiyor ama hiçbir şekilde, ister istemez, şu anda özel olarak adlandırılan tüm mülkiyeti savunmak istemiyor.

Bu mülklerin çoğu çalıntı. Çoğunun mülkiyeti şüphelidir. Bunların hepsi, köleliğe göz yuman, kölelik üzerine inşa edilen ve kölelikten kâr sağlayan; acımasız ve saldırgan bir emperyal ve sömürgeci dış politika yoluyla genişleyen ve sömürülen ve insanları siyasi-ekonomik güç yoğunlaşmalarına karşı kabaca bir serf-efendi ilişkisi içinde tutmaya devam eden ahlaksız, zorlayıcı bir devlet sistemiyle derinden iç içe geçmiştir.

Bu durum karşısında Hess, “çalınan “özel” ve “kamusal” mülkiyetin özgürlükçü, radikal ve devrimci terimlerle ele alınması” (örneğin) konularıyla yüzleşerek yaratıcı özgürlükçü analiz çağrısında bulunmuştur: “Devlet gücünün azaldığı bir durumda toprak mülkiyeti ve/veya kullanımı”; “Üretken tesislerde işçi, hisse sahibi, topluluk rolleri veya hakları…. Örneğin, özgürleşmiş bir toplumda General Motors’a ne olmalıdır? “; ve eski sahiplerinin topraklarındaki mülkiyet haklarına değinmeden köleleri ve serfleri serbest bırakmanın adaletsizliği (“kırk dönüm ve bir katır” gibi).

Hess’in yorumlarının ruhuna uygun olarak, devlet mülkiyeti ve hizmetlerinin “özelleştirilmesi” için alternatif liberter modelleri inceleyeceğim ve aynı ilkeleri, gelecekteki bir serbest piyasa toplumunda devlet kapitalizminin mevcut “özel” faydalanıcılarıyla nasıl başa çıkılacağı konusuna analoji yoluyla uygulamaya çalışacağım. Bunu yaparken, öncelikle ASC’nin düzenli ziyaretçilerinin çoğu gibi bir anarko-kapitalist olmadığımı, ancak esas olarak Tucker’dan etkilenen bireyci bir anarşist olduğumu açıkça belirtmeliyim.

Devlet Mülkiyetini “Özelleştirmenin” Alternatif Yolları

Özgürlük için Genç Amerikalılar’ın anarşist grubu, 1969 tarihli manifestoları “Sakin” Bildiri’de (yazarları arasında Karl Hess de vardı), üniversite kampüslerini işgal eden radikal öğrencilere sempati duyduklarını ifade ettiler. Sağcıların “özel mülkiyete” karşı işlenen bu tür suçları kınamalarına yanıt olarak Bildiri şunları belirtiyordu:

Özel mülkiyet konusu, Amerikan üniversiteleri ile ilgili bir tartışmaya ait değildir. Özel kurum olarak görünen üniversiteler bile aslında ya federal hibeler tarafından büyük ölçüde sübvanse edilmekte ya da çoğu durumda olduğu gibi federal araştırma fonları tarafından desteklenmektedir. Columbia Üniversitesi buna mükemmel bir örnektir. Columbia’nın gelirinin neredeyse üçte ikisi özel kaynaklardan ziyade devlet kaynaklarından gelmektedir. O halde Columbia Üniversitesi’nin özel olduğunu düşünmek nasıl makul ya da ahlaki olabilir [?]…. Ve kamu (devlete ait) mülk olduğu sürece (yani çalıntı mülk), radikal özgürlükçü bu mülke el koymakta ve onu özel ya da ortak kontrole geri vermekte haklıdır. Elbette bu, devlet tarafından sübvanse edilen ya da insanın temel haklarını gasp etmesinde devlete herhangi bir şekilde yardımcı olan her öğrenim kurumu için geçerlidir.  [3]

Elbette “herhangi bir şekilde” devlet yardımı alan özel şirketler, bu ilkede uğursuz bir potansiyel gördükleri için mazur görülebilirler.

Murray Rothbard, The Libertarian’daki bir başyazısında aynı pozisyonu alarak, Randian’ın Columbia’nın “özel mülkiyet” olduğu ve bu nedenle öğrencilerin bu “kutsal hakları” ihlal ettiği yönündeki “grotesk” argümanıyla alay etmiştir:

Columbia isyancılarının işaret ettiği devletle olan çeşitli özel bağlar bir yana… Columbia’nın gelirinin neredeyse üçte ikisi özel kaynaklardan ziyade devletten geliyor. Nasıl olur da buraya özel bir kurum demeye devam edebiliriz?

“Açıkça devlete ait” üniversitelerin “özel mülkiyet” haklarını savunmak, açıkça görüldüğü üzere, saçmaydı. Bu gibi durumlarda,

devlet mülkiyeti liberteryen için her zaman ve her yerde adil bir oyundur; çünkü liberteryen, herhangi bir devlet mülkiyeti parçası ve dolayısıyla çalıntı, özel sektöre gerekli herhangi bir yolla iade edildiğinde sevinmelidir…. Bu nedenle liberteryen, çalınan devlet mülkünü özel sektöre iade etmeye yönelik her türlü girişimi alkışlamalıdır: ister “Sokaklar halkındır”, ister “parklar halkındır” ya da okullar onları kullananlara, yani öğrencilere ve öğretim üyelerine aittir. Liberteryen, doğru düzgün sahip olunmayan şeylerin, onları kullanan ve sahiplenen ilk kişiye, örneğin bakir toprakları ilk temizleyen ve kullanan çiftlik sahibine geri döneceğine inanır; benzer şekilde, liberteryen, kampüs “çiftlik sahipleri” olan öğrenciler ve öğretim üyelerinin üniversitelerdeki iktidarı hükümet veya yarı hükümet bürokrasisinden ele geçirme girişimlerini desteklemelidir. [4]

Rothbard, “devletleştirmenin en pratik yönteminin, mülkü Devletten ele geçiren kişi veya gruba ahlaki mülkiyet hakkı vermek olduğunu” savunmuştur. Bu, çoğu durumda, Devletin mülkünü boş veya sahipsiz olarak değerlendirmeyi ve onu fiilen kullananların ev sahibi olma haklarını tanımayı gerektirecektir. “Kamu” üniversiteleri söz konusu olduğunda,

Bu üniversitenin gerçek sahipleri “ev sahipleri “dir, yani zaten tesisleri kullanan ve dolayısıyla “emeklerini karıştıranlar “dır…. Bu da üniversitelerin öğrenci ve/veya öğretim üyeleri tarafından sahiplenilmesi anlamına gelmektedir. [5]

Devlet mülkünün çalışanlar ya da müşteriler tarafından mülk edinilmesi ilkesi geniş bir uygulama alanı bulabilir. Larry Gambone, kurumsal özelleştirmeye alternatif olarak kamu hizmetlerinin “mutualize” edilmesini önermiştir. Bu, örneğin okulların, polisin, hastanelerin vb. kontrolünün mümkün olan en küçük yerel birime (mahalle ya da topluluk) dağıtılması ve ardından müşterilerinin demokratik kontrolü altına sokulması anlamına gelmektedir. Örneğin, bir kasabanın halkı şehir genelindeki okul kurulunu kaldırabilir ve her okulu öğrencilerin velilerine karşı sorumlu bir seçiciler kuruluna bağlayabilir. Nihayetinde, zorunlu vergilendirme sona erecek ve okullar kullanıcı ücretleriyle yönetilecektir. Pratik anlamda mutualizasyon, Devletin tüm faaliyetlerini tüketici kooperatifleri olarak yeniden düzenlemekle aşağı yukarı eşdeğerdir. [6]

Komünizm Sonrası Toplumlarda Özelleştirme

Murray Rothbard ve Hans Herman Hoppe, aynı çiftlik evi ilkesini komünizm sonrası toplumlarda devlet mülkiyetine uygulamaya çalışmışlardır.

Rothbard’ın Yugoslavya’nın işçi özyönetimi ve piyasa sosyalizmi kombinasyonunun özgürlükçü potansiyeline ilişkin değerlendirmesi aşırı iyimser ve naif olsa da, Komünizm sonrası toplumlara ilişkin ilke beyanı oldukça sağlamdı: “Toprağı köylülere, fabrikaları işçilere vermek, böylece mülkiyeti Devletin elinden alıp özel, çiftçi ellere vermek.” [7]

Sovyet imparatorluğunun ve satraplıklarının 1989-91 yıllarında çöküşü bunu teorik bir meseleden çok pratik bir meseleye dönüştürdü. Takip eden dönemde genel olarak izlenen yol, Devlet işletmelerinde tüm vatandaşlara eşit, pazarlanabilir hisseler verilmesi ve daha sonra bu hisselerin alım satımı yoluyla müteakip mülkiyetin gelişmesine izin verilmesini içeriyordu. Rothbard bunun yerine “sendikalist” bir çözüm önerdi:

Yeni toplumsallıktan arındırılmış mülkiyet sisteminin temeline saygıdeğer çiftçilik ilkesini yerleştirmek çok daha iyi olacaktır. Ya da eski Marksist sloganı yeniden canlandırmak: “tüm topraklar köylülere, tüm fabrikalar işçilere!” Bu, sahip olunan mülkün mülkiyetinin “kişinin emeğini toprağa karıştırarak” ya da sahip olunmayan diğer kaynaklarla elde edileceğine dair temel Locke’çu ilkeyi tesis edecektir. Toplumsallıktan arındırma, hükümeti mevcut “mülkiyetinden” ya da kontrolünden yoksun bırakma ve bunu özel bireylere devretme sürecidir. Bir anlamda, varlıklar üzerindeki devlet mülkiyetinin kaldırılması, onları derhal ve dolaylı olarak sahipsiz bir statüye sokar; bu statüden önceki çiftlikleştirme onları hızla özel mülkiyete dönüştürebilir. [8]

Hoppe, daha tereddütlü ve daha nitelikli olmakla birlikte, özellikle Doğu Almanya için benzer bir öneride bulunmuştur. [9]

Elbette, “sendikalist” terimi esasen renk vermek için kullanılıyordu, çünkü Rothbard ve Hoppe bu tür “sendikalist” mülkiyetin üretim birimlerinin üyelerine kolektif olarak değil, pazarlanabilir hisseler olarak bireysel işçilere ve köylülere devredilmesi konusunda kararlıydılar. Hoppe’un da ifade ettiği gibi ideal olan, hisse sahipliği ile emeğin mümkün olan en kısa sürede birbirinden ayrılmasıdır. Ancak Carlton Hobbs’un müĢtereklere iliĢkin olarak gösterdiği gibi, bu tür üretim birimlerinin, kendilerinden elde edilen ücret ve emekli maaĢlarında intifa hakkı ile birlikte iĢgüçlerinin müĢterek ve bölünmez mülkiyeti olarak kalmaması için ilkesel olarak hiçbir neden yoktur. Böyle bir sistem hiçbir Ģekilde üretim faktörleri piyasasını engellemeyecektir. İşçi kolektifleri yeni sermaye ekipmanlarını piyasadan satın alacaktır; ancak herhangi bir endüstriyel üretim birimi üzerindeki mülkiyet iddiaları, işletme örgütsel ve mekansal sürekliliğini koruduğu sürece kolektif olacaktır.

Her ne kadar Rothbard 1969’daki açıklamasında (Yeni Sol ile koalisyon girişiminin doruğunda yazılmıştı) böyle bir niteleme yapmamış olsa da, Hoppe ile yirmi yıl sonra, eğer mülkiyet kayıtları hala mevcutsa, devlet mülkiyetinin müsadere edilmeden önce asıl meşru sahibine iade edilmesi için bir girişimde bulunulması gerektiği konusunda hemfikir oldular. Hoppe, Demokrasi’de komünizm sonrası devlet endüstrisinin “sendikalist” özelleştirmesine de benzer uyarılar getirmiştir: Başarısız Olan Tanrı. (10) Rothbard ve Hoppe, bu tür bir restorasyonun toprak söz konusu olduğunda daha kolay olacağı ve Doğu Avrupa’da (kamulaştırmanın sadece kırk yıl önce gerçekleştiği) Sovyetler Birliği’nden daha kolay olacağı konusunda hemfikirdi. Ancak Rothbard, sanayi ekonomisinin büyük bir kısmı devlet mülkiyeti altında geliĢtirildiğinden, imalat ve sermaye malları söz konusu olduğunda böyle bir restorasyonun neredeyse imkansız olacağını vurgulamıĢtır. Dolayısıyla sanayi en iyi Ģekilde iĢçilerin kontrolü altına verilmeliydi.

Devlet Mülkiyetinin Kapitalist Şirketler Tarafından Özelleştirilmesinin Pratik Zorlukları

Devlet mülkiyetinin özelleştirilmesi, gerçekte uygulandığı şekliyle, devlet kapitalist sübvansiyonunun bir başka biçimidir. Birinci durumda, ulusötesi sermaye, Üçüncü Dünya ülkelerinde, bu ülkelerdeki Batı sermayesinin getirileri için gerekli olan altyapı projelerini, yerli vergi mükellefleri pahasına yabancı yatırımı sübvanse etmenin bir yolu olarak teşvik eder. Ardından, ortaya çıkan borç yükü, ülke hükümetini Batı sermayesi lehine politikalar yürütmesi için disipline etmek için kullanılır. Ve son olarak, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan “yapısal uyum” rejimi altında, ülke (daha önce yerli üretici sınıfların alın teriyle ödenen) varlıkları Batı sermayesine dolar bazında üç kuruşa satmaya zorlanır. Sean Corrigan LewRockwell.com için yazdığı bir makalede bu olguyu ustalıkla betimlemiştir:

IMF-ABD Hazinesi’nin tam spektrumlu hakimiyet stratejisinin, giderek artan faiz oranlarıyla yurtdışında verimsiz devlet borçlanmasını teşvik etmeye ve ardından – ya temerrüt noktasından önce ya da bugünlerde daha sık olarak temerrüt noktasından sonra – bu finansal Derebeyi Operasyonu’nun ajan provokatörleri olan Batılı bankaları yeni basılmış dolarlarla kurtarmaya dayandığını bilmiyor mu?

Çöküşün ardından, bu son zamanların Yeniden Yapılanmacılarının, devalüasyon ya da düpedüz parasal çöküşle gülünç derecede ucuz hale getirilen kaynaklar ve üretken sermaye üzerinde kontrol hisseleri satın almalarına izin verilmesi gerektiğinin farkında değil mi?

Rubinomics’in ters merkantilizminin sürdürülmesini sağlamak için, gelecekteki spekülatif saldırılara (genellikle makro hedge fonlarındaki Özel Kuvvet meslektaşlarına borç veren aynı Batılı bankalar tarafından finanse edilir) karşı sözde bir siper olarak fazla dolar rezervi biriktirmenin yanı sıra, yeni yeniden finanse edilen borcu ödemek için hedef ülkeyi halkını ihraç malları üretmeye zorlaması gerektiğini anlamıyor mu?  [11]

Özelleştirme aynı zamanda yaygın olarak “tünel açma” olarak bilinen ve siyasi olarak bağlantılı elitlerin eski devlet mülkiyeti üzerinde hak elde etmede avantajlı olduğu bir olguyu da içerir. Örneğin, Batı sermayesinin yanı sıra, eski Sovyet işletmelerini satın almak için fonlara sahip olan diğer grup, onlarca yıllık yolsuzluk ve rüşvetten elde edilen haksız kazançları biriktirmiş olan Parti nomenklaturasıydı. (Bir nevi, çiftliğinde çalıştırmak için ilçedeki iş çiftliğinden işçi alan eski toprak şerifi gibi, ama çok daha büyük ölçekte).

Devletçi Seçkin Sınıfın “Özel” Mülkiyetinin Kamulaştırılması

Ancak buraya kadar anlatılanlar sadece resmi devlet mülkiyeti altında bulunan mülkler için değil, aynı zamanda devletçi yollarla elde edilen sözde “özel” mülkler ya da ağırlıklı olarak devlet müdahalesi yoluyla elde edilen karlarla kurulan işletmeler için de geçerlidir. Rothbard ve Hess’in öğrenci göstericilerin işgallerine ilişkin yukarıdaki yorumlarında, esas olarak devlet tarafından finanse edilen görünürde “özel” üniversitelerin mülkiyet talepleri hor görülmeyi hak ediyor olarak ele alınmıştır. Bunlar, “sahipsiz” olarak muamele görmeye ve işgalciler, öğrenciler ve/veya öğretim üyeleri tarafından “çiftlikleştirilmeye” açılmaya açık devlet mülkleri kadar açıktı.

Rothbard aynı ilkeyi gelirlerinin çoğunu devletten alan özel şirketlere de uygulamıştır. Columbia gibi fonlarının çoğunu vergi mükelleflerinden alan, “sadece… en ironik anlamda” özel olan sözde özel üniversiteler, Devletin sahip olduğu üniversiteler kadar müsadere ve topraksızlaştırmayı hak ediyordu.

Peki ya Columbia Üniversitesi, General Dynamics? Askeri-endüstriyel kompleksin ayrılmaz parçaları olan ve gelirlerinin yarısından fazlasını ya da bazen neredeyse tamamını devletten elde etmekle kalmayıp aynı zamanda toplu katliamlara da katılan sayısız şirkete ne demeli? Onların özel mülkiyete olan bağlılıkları nedir? Kesinlikle sıfırdan daha az. Bu sözleşmeler ve sübvansiyonlar için hevesli lobiciler olarak, garnizon devletinin kurucu ortakları olarak, mülklerine el konulmasını ve mümkün olan en kısa sürede gerçek özel sektöre geri döndürülmelerini hak ediyorlar.  [12]

Rothbard’ın yaptığı gibi brüt geliri ana kriter olarak ele almak muhtemelen çok basittir. Bir firmanın kâr marjının geçmiş yıllarda devletten gelen yüzdesi daha uygun bir standarttır, çünkü bir şirketin bugünkü büyüklüğü ve öz sermayesi geçmişteki birikiminin bir sonucudur. Amerika Birleşik Devletleri örneğinde, otoyol-otomobil kompleksi ve sivil havacılık sistemi Devletin hayati yaratımlarıdır. Büyük sivil jet uçakları ancak ağır bombardıman uçakları için yapılan federal harcamalar sayesinde mümkün olmuştur. C. Wright Mills, The Power Elite adlı kitabında İkinci Dünya Savaşı sırasında tesis ve ekipmanların değerinin kabaca üçte iki oranında arttığını ve bunun büyük ölçüde vergi mükelleflerinin harcamalarıyla gerçekleştiğini belirtmiştir. Elektronik endüstrisi 1960’lara kadar büyük ölçüde Pentagon’un Ar-Ge harcamalarıyla inşa edilmiştir; ve ilk süper bilgisayarlar ABD hükümeti tarafından satın alınmamış olsaydı, endüstrinin ana bilgisayarları özel sektör için ekonomik hale getirecek maliyetleri düşürmek için kalkış noktasına ulaşması pek mümkün olmazdı. Pentagon’un dünya çapındaki ağın altyapısının oluşturulmasındaki rolünü de unutmamak gerekir….

Peki ya devletin uyguladığı patentler sayesinde tekel fiyatları uygulayabilmek gibi devletten sağlanan parasal olmayan faydalar? On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında sanayinin kartelleşmesinin büyük bir kısmı patent haklarının değiş tokuşu ile sağlandı (örneğin GE ve Westinghouse arasında). ABD kimya endüstrisi, ancak ABD hükümeti Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman patentlerine el koyup bunları önde gelen kimya firmalarına verdikten sonra dünya çapında önem kazandı. Peki ya devletin işgücü piyasasına müdahalesinin birikim oranı üzerindeki toplam etkileri? (Bu sonuncusu, Demiryolu Çalışma İlişkileri Yasası veya Taft-Hartley gibi örgütlenme hakkına getirilen kısıtlamaları; faiz oranlarını yapay olarak yüksek tutan, işçi sınıfının krediye erişimini sınırlayan ve borcu bir disiplin aracı olarak sürdüren serbest bankacılık üzerindeki kısıtlamaları içerir). Bir de erken modern dönemdeki ilkel birikimin kolektif faydası (köylülerin toprak üzerindeki geleneksel mülkiyet haklarının ellerinden alınması ve devlet tarafından istedikleri zaman kiracı haline getirilmeleri), merkantilist gücün “dünya pazarını” yaratmadaki rolü, İngiliz Sanayi Devrimi sırasında nüfus üzerindeki neredeyse totaliter kontroller, iç gelişmelere verilen büyük sübvansiyonlar vs. var.

Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, neredeyse tüm büyük imalat sektörünü şirket devletinin bir yaratımı olarak ele almak için hayal gücünü zorlamaya gerek yoktur.

Toprak Ağalığı ve Devlet

Jerome Tucille bir keresinde toprak mülkiyetine ilişkin meşru özgürlükçü ilkeleri “anarko-toprak gaspçılığı” ile karşılaştırmıştı:

Serbest piyasa anarşistleri, özel mülkiyet hakları teorilerini homestead ilkesine dayandırırlar: bir kişi, emeğini ona karıştırması ve onu bir şekilde değiştirmesi koşuluyla özel bir gayrimenkul parçası üzerinde hak sahibidir. Anarko-toprak gaspçıları böyle bir kısıtlama tanımaz. Basitçe en yüksek dağın zirvesine tırmanır ve görebildiğiniz her şeyi talep edersiniz. O zaman ahlaki ve kutsal olarak size ait olur ve başka hiç kimse üzerine basamaz. [13]

Elbette, bu Locke’cu emek standardı her türlü karmaşık sorunu ortaya çıkarmaktadır. Belirli bir toprak parçasını sahiplenmek için ne kadar “emek” gereklidir? Doğrudan işgal ve ekim mi gerekir, yoksa sadece etrafını çevirmek (yürüyerek mi? SUV ile mi?) ve işaretlemek yeterli emek katkısı mıdır? Eğer ikincisi ise, bir zaman sınırı var mıdır? Bir papanın Güney Amerika haritası üzerinde bir çizgi çizme ve bunu İspanya ile Portekiz arasında paylaştırma hakkını tanımayı nerede bırakacağız? Öte yandan, toprağı işlemek ya da değiştirmek için somut bir eylem gerekiyorsa, bir bireyin sahip olabileceği toprak miktarının kişisel olarak işleyebileceği miktarla belirli bir ilişki içinde olacağı görülmektedir. Bu ikinci durumda, özel mülkiyet kurallarının Locke’cu olmayan alternatif bir sistemi olan (ve bu yazarın da benimsediği) mutualist “işgal ve kullanım” standardı gibi bir şeye yaklaşıyoruz.

Tibor Machan istemeden de olsa Devletin vergi yoluyla yaptığı soygun ile “rant” olarak adlandırılan şeyin çoğunun içerdiği soygun arasındaki yakın paralelliğe işaret etmiştir:

O günlerde üst sınıflar, kraldan tüm yandaşlarına kadar, rutin olarak haraç alırlardı. Ancak bunu, her şeyin krala ve yandaşlarına ait olduğu gibi sahte bir iddiayla gizlediler. Evet, monarklar ve monarşiyi rasyonalize edenler bu fanteziyi kurdular ve insanlara “krallığın” gerçek sahipleri olduklarını, bizi yönetmek için “ilahi bir hakka” sahip olduklarını satmayı başardılar. Böylece ülkenin büyük bir kısmı çiftlikte ya da herhangi bir yerde çalışmaya gittiğinde, hükümdara ve yandaşlarına “kira” ödemek zorunda kaldı.

Elbette, eğer sizin dairenizde yaşıyorsam, size kira öderim. Sonuçta orası sizin daireniz, yani size ait. Peki ya dairenizi fethederek, bir grup insanın kendilerine ait olan şeyleri ellerinden alarak elde ettiyseniz? Hükümdarlar ülkeyi çoğunlukla bu şekilde, fetih yoluyla yönetmişlerdir. Gerçekte bu toprakların sahibi, toprakta ve başka yerlerde çalışan insanlardı; hükümdarlar ise sahte, göstermelik sahiplerdi, başka bir şey değillerdi. Ancak çok sayıda güçsüz insanı kandırarak krallığın sahibi olduklarına inandırmayı başardıkları için “kira” ödenmek zorundaydı.  [14]

Her ne kadar mutualist ve Locke’cu (ve Geo’cu) toprak mülkiyeti teorileri arasında önemli ve temel farklılıklar olsa da, bu konu buradaki kapsamımızın dışındadır. Asıl önemli olan, bu rakip teoriler arasında, mevcut nominal olarak “özel” toprak ağası mülkiyetinin çoğunun gayrimeşru olduğu konusunda ne ölçüde bir mutabakat olduğudur. Günümüz toprak baronlarının hak iddia ettiği geniş toprak parçaları, Locke’cu temellük kuralı da dahil olmak üzere, akla yatkın her türlü özgürlükçü standarda göre gayrimeşrudur. Erken modern Avrupa’da toprak ağası sınıfı, salt feodal hukuk teorisindeki “mülkiyetini” modern bir mutlak mülkiyet hakkına dönüştürmek için Devlet aracılığıyla hareket etmiş ve bu süreçte toprağı eskiden beri işgal eden ve işleyen köylülerin toprak üzerindeki gerçek geleneksel haklarını ellerinden almıştır. Bu süreci haraç-kira ya da toplu tahliye ve çitleme izledi. Yeni Dünya’da devlet, boş ya da neredeyse boş arazilere erişimi engellemek üzere harekete geçti ve bu arazileri “kamusal” alan olarak ilan etti. Bunu, bireysel çiftlik sahiplerinin erişimine getirilen kısıtlamalar ve arazi spekülatörlerine, demiryollarına, madencilik ve tomrukçuluk şirketlerine ve diğer kayırılan sınıflara verilen büyük arazi hibeleri izledi. Sonuç, ortalama bir üreticinin geçim kaynağı olarak toprağa bağımsız erişimini sınırlamak, böylece geçim kaynağı arayışında bağımsız alternatifler yelpazesini kısıtlamak ve böylece onu emeğini bir alıcı pazarında satmaya zorlamak oldu.

Birkaç dev toprak ağasının, işledikleri topraklar için kira ödeyen bir köylülükle bir arada yaşadığı dünyadaki hemen her toplumda, bu durumun kökleri Devletin geçmişte gerçekleştirdiği bir soygun eylemine dayanmaktadır. Bu olgu, hem Livy hem de Henry George tarafından anlatıldığı üzere, patrisyenlerin ortak topraklara el koymak ve plebleri kiracılık ve borç köleliğine indirgemek için Devlete erişimlerini kullandıkları Roma Cumhuriyeti’ne kadar uzanmaktadır. Albert Nock‘un yazdığı gibi, “topraktan kamulaştırma gerçekleşene kadar ekonomik sömürü uygulanamaz.” (15)

Sonuç

Özgürlükçü sağın ideal bir örgütsel form olarak şirkete bu kadar sıkı sıkıya bağlı olmasına gerek yoktur. Mevcut modele benzer bir şirket ekonomisi, hiçbir şekilde zorlamama ve serbest piyasa mübadelesi ilkelerini mantıksal olarak takip etmez. Sadece Milty Amca ve John Galt yerine, örneğin Colin Ward ve Ivan Illich’in vizyonuna yer açan bir serbest piyasa toplumu, insani açıdan çok daha katlanılabilir olacaktır.

Liberteryen olmayanlar arasında liberteryenizm genellikle Cumhuriyetçiliğin uyuşturucu yasalarına karşı yumuşak bir biçimi olarak algılanmaktadır. Birçok durumda bu haksızdır. Liberteryen hareket, Warren, Tucker ve diğer bireycilere kadar uzanan ve Nock ve Mencken’in ellerinden geçen çok büyük bir küçük burjuva, popülist damar içerir. Ve Rothbardcıların çoğu, bugün var olan büyük işletmelerin çoğunun yok edilmesi anlamına gelecek ilkelere bağlıdır.

Ancak pek çok durumda bu algı ne yazık ki oldukça haklı. Özgürlükçü hareketin büyük bir bölümü, şu anda zirvede olanlar için yüceltilmiş bir özürdür: küçük işletmelere, tüketicilere ve emeğe karşı büyük işletmeler için; organik çiftçilere karşı şirket tarımcılığı için; siyasi olarak belirlenmiş kiralamalarla devlet arazilerine erişim isteyen petrol, kereste ve madencilik şirketleri için; ve Üçüncü Dünya parya devletlerindeki veya İsrail ve Zimbabwe gibi eski parya devletlerindeki yerleşimciler için yerli mülksüzlerin pahasına. Ya da Cool Hand Luke’un deyişiyle, “Evet, o gözenekli patronların alabilecekleri her türlü yardıma ihtiyaçları var.”

Eğer liberteryenizm bu şekilde, varlıklılara karşı yoksullara sempati duymanın ayrıntılı bir gerekçesi olarak algılanmaya devam ederse, zafere ulaşma şansımız hiç olmayacaktır. Ancak saldırmazlık ve zorlamama ilkelerine göre hareket edersek, bu ilkeler büyük şirketler için zararlı olsa bile, Devletin kalesine saldırabilecek, sol ve sağdan oluşan gerçek anlamda özgürlükçü bir koalisyonun temelini atmış oluruz. Umarım bu ilkelerin güncel meselelere nasıl uygulanabileceğine dair bazı somut örnekler sunabilmişimdir.


Referanslar

1. “Common Property in Free Market Anarchism: A Missing Link” http://www.anti-state.com/article.php?article_id=362

2. “Letter From Washington: Where Are The Specifics?” The Libertarian Forum June 15, 1969 p. 2

3. In Henry J. Silverman, ed., American Radical Thought: The Libertarian Tradition (Lexington, Mass.: D.C. Heath and Co., 1970), p. 268.

4. “The Student Revolution,” The Libertarian (soon renamed The Libertarian Forum) May 1, 1969, p. 2.

5. “Confiscation and the Homestead Principle,” The Libertarian Forum June 15, 1969 p. 3

6. http://www.geocities.com/vcmtalk/mutualize

7. “Confiscation” p. 3

8. “How and How Not to Desocialize,” The Review of Austrian Economics 6:1 (1992) 65-77

9. “De-Socialization in a United Germany” The Review of Austrian Economics 5:2 (1991) 77-104

10. Democracy, the God that Failed (New Brunswick and London: Transaction Publishers, 2002) pp. 124-31

11. “You Can’t Say That!” August 6, 2002. http://www.lewrockwell.com/corrigan/corrigan13.html

12. “Confiscation” p.3

13. “Bits and Pieces,” The Libertarian Forum November 1, 1970, p. 3

14. Tibor R. Machan, “What’s Wrong with Taxation?” http://www.mises.org/fullstory.asp?control=1103

15. Chapter 2, Our Enemy, the State http://www.barefootsworld.net/nockoets2.html

Anarchy and Democracy
Fighting Fascism
Markets Not Capitalism
The Anatomy of Escape
Organization Theory