Okumak üzere olduğunuz makale Kevin Carson tarafından yazılmış, Haziran 2008 ‘de The Freeman tarafından yayınlanmıştır. 3 Ekim 2012 tarihinde C4SS’de tekrardan yayınlanmış.
Çok sayıda liberteryen düşünür, büyük şirketlere sağlanan sübvansiyonların ve korumaların miktarı, bunların mevcut şirket kapitalizmi için yapısal önemi ve mevcut devlet kapitalist ekonomisinde şirket ve devlet çıkarlarının iç içe geçmişliği üzerinde durmuştur. Bununla birlikte, geçmiş yüzyıllardaki devlet baskısının mevcut sistemin yapısal temellerinin atılmasındaki rolüne daha az dikkat ediyoruz. Günümüzdeki servet ve şirket gücü yoğunlaşmalarının ne ölçüde geçmişteki adaletsizliklerin mirası olduğunu, tarihin sübvansiyonu olarak adlandırıyorum.
Tarihin ilk ve muhtemelen en önemli sübvansiyonu, köylü çoğunlukların adil mülkiyet haklarından mahrum bırakıldığı ve devlet imtiyazlı elitlerin yapay “mülkiyet” unvanlarına dayanarak kira ödemeye zorlanan kiracılara dönüştürüldüğü toprak hırsızlığıdır.
Elbette, bireysel emeğin temellüküne dayanmayan tüm bu yapay unvanlar tamamen gayrimeşrudur.
Ludwig von Mises’in Sosyalizm eserinde işaret ettiği gibi, piyasanın normal işleyişi hiçbir zaman bir ülkenin topraklarının çoğunun küçük bir toprak ağaları sınıfının “mülkiyetinde” olduğu ve köylü çoğunluğun işledikleri toprak için kira ödediği bir durumla sonuçlanmaz. Bu durum nerede görülürse görülsün, geçmişteki baskı ve soygunun sonucudur.
Murray Rothbard, The Ethics of Liberty (Özgürlük Etiği) adlı kitabında feodal toprak ağalığının adaletsizliğini açıklamıştır:
Fakat yüzyıllar önce Smith’in toprağı işlediğini ve onun meşru sahibi olduğunu varsayalım. Daha sonra Jones gelmiş ve Smith’in yakınındaki bir araziye yerleşmiş olsun; sonra da Smith’in arazini zor kullanarak sahiplenme iddiasında bulunsun ve Smith’den kendi toprağını işlemeyi sürdürdüğü gerekçesiyle bir haraç veya kira talep etmiş oldun. Yüzyıllar sonra, yani günümüzde Smith’in halefleri (ya da bizim konumuz için, başka alakasız kişiler) bu toprağı işliyor olsun. Bunun yanında Jones’un halefleri, ya da araziyi satın alıp sahiplik iddiasında bulunan kişiler toprağı bugün işleyenlerden zorla haraç almayı sürdürüyor olsunlar. Böyle bir durumda mülkiyet hakkı kimindir? Şurası açıktır ki, tıpkı kölelik durumunda olduğu gibi gerçek arazi sahiplerine, toprağı işleyenlere ya da çiftçilere karşı gayrı meşru sahipler tarafından süregiden bir saldırı söz konusudur; sözü edilen gayrı meşru sahiplerin arazi ve ürünleri üzerindeki baştan beri süregelen iddiaları baskı ve şiddetle sürdürülmektedir. Tıpkı geçmişteki birinci Jones’un birinci Smith’e sürekli saldırdığı gibi, günümüzdeki çiftçiler de Jones’un başlangıçtaki sahipliğinden türetilen bir arazi sahipliği iddiasında bulunanlar tarafından saldırı altındadırlar. Bizim “feodalizm” ya da “toprak tekeli” diyebileceğimiz böyle bir durumda feodallerin ya da tekelci toprak sahiplerinin meşru bir mülkiyet iddiaları yoktur. Şu andaki “malikler” ya da çiftiler bu mülkün mutlak sahipleri olmalıdırlar ve kölelik durumunda olduğu gibi işledikleri arazinin mülkiyeti, tekelci toprak sahiplerine herhangi bir tazminat ödemeden çiftçilere devredilmelidir.
Dolayısıyla Rothbard, “mülkiyetin kutsallığı” adına mevcut tüm toprak tapularını savunmak ve solcu bir hükümet feodal toprak tapularını köylülüğe aktaran bir toprak reformu başlattığında bunu protesto etmek yerine, 1) Güney plantasyonlarını bölmeyi ve özgür Amerikalı kölelere “kırk dönüm ve bir katır” vermeyi ve 2) latifundia’yı Latin Amerika topraklı oligarşilerinden köylülere aktarmayı tercih etmiştir.
Eski Dünya’da, özellikle de Britanya’da (Sanayi Devrimi’nin başladığı yer), köylü çoğunluğun siyasi olarak baskın bir toprak sahibi oligarşi tarafından mülksüzleştirilmesi geç ortaçağ ve erken modern dönemde birkaç yüzyıl boyunca gerçekleşmiştir. Orta Çağ’ın sonlarında açık arazilerin çitlerle çevrilmesiyle başladı. Tudorlar döneminde, Kilise tımarları (özellikle manastır toprakları) devlet tarafından kamulaştırıldı ve toprak sahibi aristokrasi arasında dağıtıldı. Yeni “sahipler” köylüleri tahliye etti ya da kiraladı.
Köylülükten İstimlak Etmek
On yedinci yüzyılın Restorasyon Parlamentosu, feodal toprak mülkiyetini tamamen ortadan kaldıran bir dizi toprak “reformu” gerçekleştirdi – ama sadece yukarıya doğru. Parlamento’nun feodalizmi ortadan kaldırmasının ve mülkiyet reformu yapmasının iki yolu vardı. Köylülerin geleneksel mülkiyet haklarını modern anlamda gerçek bir mülkiyet hakkı olarak ele alabilir ve ardından kiralarını kaldırabilirdi. Ancak bunun yerine, feodal hukuk teorisinde toprak sahibi aristokrasinin yapay “mülkiyet haklarını” modern anlamda gerçek mülkiyet hakları olarak ele aldı; toprak sahibi sınıflara tam yasal mülkiyet hakkı verildi ve köylüler, alınabilecek kiralar üzerinde hiçbir geleneksel kısıtlama olmaksızın, istedikleri gibi kiracılara dönüştürüldü. Bu “reformun” en önemli bileşeni, 1677 tarihli Sahtekarlık Yasası’ydı; bu yasa copyhold haklarını kraliyet mahkemelerinde uygulanamaz hale getirerek geçersiz kıldı.
Son olarak, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki Parlamento Çitlemeleri, köylülüğün ortak haklarını ellerinden aldı. İngiltere’nin mülk sahibi sınıfları, müştereklerin sağladığı ekonomik bağımsızlığı, önce toprak sahibi oligarşinin kendi topraklarında yeterli tarımsal ücretli emek arzına, daha sonra da mülk sahiplerinin talep ettiği uzun saatler ve düşük ücretle çalışmaya istekli yeterli fabrika işçisi arzına bir tehdit olarak gördüler. Dönemin mülk sahibi sınıflarının literatürü motivasyonları konusunda oldukça açıktı: emekçi sınıflar geçim araçlarına bağımsız erişimleri olduğu sürece yeterince sıkı ya da ucuz çalışmayacaklardı. Mümkün olduğunca yoksul ve aç hale getirilmeleri gerekiyordu ki, hangi koşullarda olursa olsun çalışmayı kabul etmeye istekli olsunlar.
Aynı olgunun bir versiyonu Üçüncü Dünya’da da yaşandı. Halihazırda büyük bir yerli köylü nüfusunun yaşadığı Avrupa sömürgelerinde devletler bazen toprak sahibi elitlere yarı-feodal unvanlar vererek halihazırda toprakta yaşayan ve toprağı işleyenlerden kira toplamışlardır; Latin Amerika’da günümüze kadar hüküm süren latifundismo bunun iyi bir örneğidir. Bir başka örnek de İngiliz Doğu Afrikası’dır. Kenya’nın en verimli yüzde 20’si sömürgeci yetkililer tarafından çalındı ve yerli köylüler topraklarından tahliye edildi, böylece topraklar beyaz yerleşimciler tarafından nakit ürün tarımı için kullanılabildi (elbette tahliye edilen köylülerin emeğini kendi eski topraklarını işlemek için kullanarak). Kendi topraklarında kalanlar ise, nakit olarak ödenmesi gereken ağır bir cizye vergisi ile ücretli emek piyasasına girmeye “teşvik” edildiler. Bu örnekleri yüzle çarparsanız, son 500 yıldaki soygunun boyutları hakkında en ufak bir ipucu elde edersiniz.
Mises’in İnsan Eylemi’ndeki Sanayi Devrimi’nin pembe versiyonunun aksine, fabrika sahipleri tüm bunlarda masum değildi. Mises, fabrika sisteminin üzerine inşa edildiği sermaye yatırımlarının büyük ölçüde kendi kazançlarını yatırım sermayesi olarak biriktiren çalışkan ve tutumlu işçilerden geldiğini iddia etmiştir. Ancak aslında bu işçiler toprak sahibi elitlerin küçük ortaklarıydı ve yatırım sermayelerinin çoğu ya Whig toprak sahibi oligarşisinden ya da merkantilizm, kölelik ve sömürgeciliğin denizaşırı meyvelerinden geliyordu.
Buna ek olarak, fabrika işverenleri, emeği kontrol altında tutmak ve pazarlık gücünü azaltmak için hükümetin sert otoriter önlemlerine bel bağlamıştır. İngiltere’de Yerleşim Yasaları bir tür iç pasaport sistemi olarak işliyor, işçilerin hükümetin izni olmadan doğdukları bölgenin dışına seyahat etmelerini engelliyordu. Böylece işçilerin daha iyi ücretli işler aramak için “ayaklarıyla oy kullanmaları” engellendi. Bu durumun Manchester ve endüstriyel kuzeyin diğer bölgeleri gibi nüfusun az olduğu yerlerdeki işverenlerin aleyhine işlediğini düşünebilirsiniz. Ama asla korkmayın: devlet işverenlerin imdadına yetişti. İşçilerin daha iyi ücret arayışıyla kendi başlarına göç etmeleri yasaklandığı için, işverenler serbest çalışanları cezbedecek kadar yüksek ücretler teklif etme zorunluluğundan kurtuldular; bunun yerine, kilise Yoksul Yasası yetkilileri tarafından açık artırmayla satılan işçileri, yetkililer ve işverenler arasındaki gizli anlaşmayla belirlenen şartlarla “kiralayabildiler”.
İşçilere Yönelik Kanunlaştırılmış Ayrımcılık
İşçilerin işverenlerle pazarlık yapmak üzere serbestçe bir araya gelmelerini engelleyen Birleşme Yasaları, genel hukuka ilişkin herhangi bir yasal süreç koruması olmaksızın tamamen idari hukuk tarafından uygulanmıştır. Ve bu yasalar sadece işçilerin bir araya gelmesine karşı uygulanmış, işverenlerin bir araya gelmesine karşı uygulanmamıştır (“sorun çıkaranların” kara listeye alınması ve ücretlerin muvazaalı olarak belirlenmesi gibi). Napolyon Savaşları sırasında İsyan Yasası (1714) ve diğer polis devleti mevzuatı, İngiliz işçi sınıfını işgal altındaki bir düşman nüfusa dönüştürerek iç devrim tehdidini engellemek için kullanıldı. Bu tür yasalar çoğu örgütlenme biçimini suç kapsamına almıştır.
Bob James ve Peter Gray gibi dost toplum hareketi tarihçilerine göre, karşılıklı yardım, cenaze ve hastalık yardımları ve benzerleri için kurulan kardeşlik dernekleri bile devletin düşmanlığı karşısında faaliyet gösteriyordu. Birleşme Yasası hükümleri uyarınca, dost cemiyetleri, işsizler arasında takas için doğrudan zanaat üretiminin organize edilmemesi veya cemiyetlerin yardımlarının sınırı aşıp grevdeki işçiler için fiili işsizlik sigortası olarak işlev görmemesi için yakın adli denetime tabi tutulmuştur. Aynı dönemde kabul edilen Muhabir Cemiyetler Yasası, gizli yeminler eden ya da ulusal ölçekte federasyonlaşan tüm cemiyetleri yasakladı.
Yani Sanayi Devrimi aslında işverenlerin doğrudan dahil olduğu yasal bir kölelik sistemi üzerine inşa edilmişti. Fabrika sisteminin aldığı biçim kesinlikle bu tarihi yansıtmaktadır. Köylü küçük çiftçilerden oluşan ve özgür örgütlenme üzerinde hiçbir kısıtlama bulunmayan bir Britanya’da, işçiler ortak kredi kurumları aracılığıyla kendi mülklerini sermaye olarak seferber etmekte özgür olacaklardı. Mülkiyet ve hiyerarşi muhtemelen çok ama çok daha az yaygın olurdu ve fabrika sistemi de çok daha az baskıcı ve otoriter olurdu.
Amerika ve Avustralya gibi yerleşimci toplumların sömürgeleştirilmesinde de benzer bir süreç yaşanmış, sömürgeci güçler ve onların toprak sahibi elitleri feodal mülkiyet kalıplarını taklit etmeye çalışmışlardır. Bu tür kolonilerde devlet boş arazilerin mülkiyetine el koymuş ve çalışan insanların bu arazilere erişimini kısıtlamıştır. Bazen boş arazilerin mülkiyeti, bu arazilere yerleşenlerden (meşru sahiplerinden) kira talep edebilen ayrıcalıklı arazi spekülatörlerine verildi.
E. G. Wakefield, on dokuzuncu yüzyılın başlarında yaşamış bir İngiliz sömürgecilik teorisyeni olarak, İngiltere’nin mülk sahibi ve işveren sınıflarının Çitleme’yi desteklemesiyle aynı gerekçelerle bu tür bir önceliği savunmuştur: işveren için uygun koşullarda işgücü kiralamak daha kolaydı. İngiltere ve Amerika’da, diye yazmıştı:
Kolonilerde kiralık işçi azdır. Kiralık işçi kıtlığı kolonilerin evrensel şikayetidir. Hem sömürge emekçisini rahatlatan yüksek ücretlerin hem de bazen kapitalisti bezdiren fahiş ücretlerin tek nedeni budur. . . .
Toprağın ucuz ve herkesin özgür olduğu, isteyen herkesin kendine bir parça toprak edinebildiği yerlerde, emekçilerin üründen aldıkları pay bakımından emek çok pahalı olmakla kalmaz, aynı zamanda, birleşik emeği herhangi bir fiyattan elde etmek de çok zordur.
Sonuç olarak, “yaşamları olağandışı uzun olanlardan bile çok azı büyük servet yığınları biriktirebilmektedir.”
Wakefield’in öğrencisi Thomas Merivale, “daha ucuz ve daha itaatkâr işçilere duyulan acil arzudan – kapitalist tarafından dikte edilmek yerine kapitalistin şartları dikte edebileceği bir sınıfa duyulan acil arzudan” bahsetmiştir.
Arazilerin elden çıkarılması, erken Amerikan tarihinde sömürge politikasının önemli bir unsuruydu. Gary Nash, Erken Amerika’da Sınıf ve Toplum adlı kitabında, sömürge Amerika’sındaki toprak bağışlarını, Fetih’ten sonra İngiltere’de I. William’ınkilerle karşılaştırılabilir olarak tanımlamıştır. Örneğin New York’ta, İngiliz sömürge yönetimi tarafından verilen en büyük araziler (Hollanda Savaşları’nda Yeni Hollanda’nın alınmasından sonra) yüz binler ile bir milyon dönüm arasında değişiyordu. Valiler, on sekizinci yüzyıla kadar gözdelerine yüz binlerce dönümlük araziler vermeye devam ettiler. Vali Fletcher döneminde, mevcut arazilerin yaklaşık dörtte üçü 30 kişiye verilmiştir.
Albert Jay Nock, Düşmanımız Devlet adlı kitabında, “ilk koloni yerleşiminden günümüze kadar Amerika’nın kira değerlerinde spekülasyon için neredeyse sınırsız bir alan olarak görüldüğünü” savunmuştur. Geç koloni ve erken cumhuriyet döneminin önde gelen pek çok ismi, Ohio, Mississippi ve Potomac Şirketlerinde George Washington; Yazoo Şirketinde Patrick Henry; Vandalia Şirketinde Benjamin Franklin gibi büyük toprak şirketlerinin önde gelen yatırımcılarıydı.
The Ethics of Liberty’de Rothbard, feodal toprak ağalığını eleştirdiği aynı gerekçelerle, bu tür ön alımları (“bakir topraklar üzerindeki keyfi hak iddialarının ilk dönüşümcüleri o topraklardan uzak tutmak için kullanıldığı toprak gaspı”) kınamıştır. Boş ve ıslah edilmemiş araziler üzerindeki mevcut tüm tapuların iptal edilmesi ve bu arazilerin serbest çiftçiliğe açılması çağrısında bulunmuştur. Buna ek olarak, mevcut ipotek sahiplerinin ve toprak sahiplerinin mülkiyetlerini devlet tarafından hibe edilen arazilere dayandırdıkları durumlarda, doğru hak iddiası araziyi ilk çiftleştirenlere veya onların mirasçılarına ve vekillerine aittir.
Bu genel eğilimin görünürdeki bir istisnası olan 1862 tarihli Homestead Yasası, aslında bunun bir başka örneğiydi. Arazilerin büyük çoğunluğu, Homestead Yasası hükümleri uyarınca talep edilmek yerine, en yüksek teklifi verene açık artırmayla satıldı. Howard Zinn’e göre, Yasa kapsamındaki araziler için bile 200 dolarlık ücret pek çok kişinin ulaşamayacağı bir rakamdı. Sonuç olarak, arazinin büyük bir kısmı Locke’çu ilkelere göre çiftlik sahibi yapılmadı, ancak bölünüp çiftlik sahiplerine yeniden satılmadan önce spekülatörlere gitti. Homestead yasasının kapsadığı 50 milyon dönüme kıyasla, İç Savaş sırasında 100 milyon dönüm demiryolu arazisi hibesi olarak bedelsiz verildi! Başka bir deyişle, ayrıcalıklı sınıflar sosu, sıradan çiftlik sahipleri ise kemiği aldı.
Sistemin Devam Etmesini Sağlamak
Burada anlattıklarım, mevcut endüstriyel kapitalizm biçimimizin üzerine kurulduğu ilk zorlama ve soygun eylemleridir. Tabii ki her şey burada bitmedi. Sistem bir kez kurulup işlemeye başladığında, devletin yapay mülkiyet haklarına ve yapay kıtlığa dayanan yasal bir ayrıcalık yapısını sürdürme çabalarına bağlıydı: boş ve geliştirilmemiş araziler için devamsız tapuların uygulanması; krediyi yapay olarak pahalı ve kıt hale getirmek için bankacılık sektörüne giriş engelleri; patent ve telif hakkının yapay mülkiyet hakları ve daha fazlası. Ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren şirket kapitalizminin modern biçimi daha da büyük devlet müdahalesine dayanıyordu: pazar alanlarını ve firma büyüklüğünü yapay olarak büyütmek için uzun mesafeli deniz taşımacılığına verilen sübvansiyonlar; patentlerin ve tarifelerin kartelleştirici etkileri; düzenleyici kartelleşme; ve ekonominin tüm endüstrileri ve sektörleri 1941 sonrası sürekli savaş ekonomisi tarafından ya var edildi ya da vergi mükellefleri tarafından finanse edilen bir pazar garanti edildi.
Popüler mitolojinin aksine, New Deal önceden var olan cennet gibi bir “laissez faire” durumundan bir sapma değildi. Hiçbir zaman laissez faire’e uzaktan yakından yaklaşan bir şey olmadı. Kapitalizmin -yani gerçekte geliştiği şekliyle mevcut tarihsel sistemin- serbest piyasalarla çok az, soygun ve zorlamayla ise çok fazla ilgisi olmuştur.
Bu, bağımsız girişimcilik yoluyla ekonomik ilerlemenin tüm yollarının kapatıldığı anlamına gelmez. Ancak bu, serbest piyasada olacağından çok daha zorlu bir mücadeledir ve alan haksız bir şekilde büyük oyuncuların lehine eğilmiştir.
Gerçek bir serbest piyasa kurmaya çalışan liberteryenler bu gerçekleri gözden kaçırmamalıdır. Özgürlükçüler önceki tarihsel anlatıdan ne gibi dersler çıkarmalıdır?
Birincisi, adaleti gözetmeksizin mevcut mülkiyet haklarını savunmaya yönelik içgüdüsel eğilimin “özgürlükçü” hiçbir yanı yoktur. Karl Hess’in 1969 yılında The Libertarian Forum’da söylediği gibi,
Liberteryenizm mülkiyet ilkelerini ilerletmek ister, ancak … hiçbir şekilde savunmak istemez.. şu anda özel olarak adlandırılan tüm mülkiyetten bahsediyorum. Bu mülkiyetin çoğu çalıntıdır. Çoğunun unvanı şüphelidir. Bunların hepsi, köleliğe göz yuman, kölelik üzerine inşa edilen ve kölelikten kazanç sağlayan; acımasız ve saldırgan bir emperyal ve sömürgeci dış politika yoluyla genişleyen ve sömürülen ve insanları siyasi-ekonomik güç yoğunlaşmalarına karşı kabaca bir serf-efendi ilişkisi içinde tutmaya devam eden ahlaksız, zorlayıcı bir devlet sistemiyle derinden iç içe geçmiştir.
İkinci olarak, serbest piyasa reformunu savunurken, bu tarihsel adaletsizlik mirasının (tarihin sübvansiyonu) mevcut sistem altında kazananları belirlemedeki rolünü göz önünde bulundurmalıyız. Geçmişteki soygun ve ayrıcalıklardan yararlananları kilitleyen ve yararlandıkları geçmiş hırsızlığı onaylayan bir “serbest piyasa reformu” yalnızca adaletsizliği ödüllendirecek ve haksız kazançlarını güvence altına alacaktır.
Özgürlükçü bir etik bakış açısıyla, standart “özelleştirme” modeli (devlet mülkiyetinin büyük, siyasi bağlantıları olan özel bir şirkete, şirkete en avantajlı koşullarda satılması) bu nedenle oldukça şüphelidir. Özellikle de bu mülklerin çoğunun ilk etapta -vergi mükelleflerinin masraflarıyla- büyük şirketlerin işletme maliyetlerini sübvanse etmek amacıyla oluşturulduğu düşünüldüğünde bu durum daha da geçerlidir. Üçüncü Dünya’daki devlete ait kamu hizmeti ve ulaşım altyapısının büyük bir kısmı, ulusötesi finans elitlerinin emriyle, karlı Batı sermaye yatırımlarının ön koşulu olarak yaratılmıştır. Ve genellikle küresel finansla işbirliği içinde hareket eden yozlaşmış diktatörlükler tarafından bu şekilde alınan iğrenç borçlar, daha sonra Dünya Bankası tarafından bu ülkelere şantaj yaparak altyapılarını, fayda sağlamak için yaratıldıkları aynı ulusötesi şirketlere satmaları için kullanılır- genellikle dolar bazında üç kuruşa.
Özelleştirme için Makul Bir Model
Rothbard’ın özelleştirme modeli çok daha mükemmeldir: Mülkiyet üzerindeki devlet tapularını iptal etmek ve mülkü sahipsiz olarak ele almak, emeğini fiilen mülke katanların derhal mülk edinmesine tabi kılmak. Bu, devlet üniversitelerinin tüketici ya da üretici kooperatifleri olarak öğrencilerinin ya da öğretim üyelerinin mülkiyetine dönüştürülmesi anlamına gelecektir. Devlete ait kamu hizmetleri, ücret ödeyenlerin sahip olduğu tüketici kooperatifleri haline gelecek ve devlete ait fabrikalar işgücüne devredilecek ve işçi kooperatifleri olarak yeniden örgütlenecektir.
Ayrıca, mülkün başlangıçta kimden çalındığının “önemli olmadığı”, çünkü sonunda “en verimli” sahibin eline geçeceği şeklindeki sözde Coasean argümanlara karşı da dikkatli olmalıyız. Bu aslında kamulaştırma için kullanılan argümanın aynısıdır. Mülk kimin eline geçerse geçsin, hak sahipleri ve onların -hiçbir zaman tazminat almamış olan- torunları kendilerinden çalınan mülkün değerini kaybederler. Çalıntı mülkle çalışmanın rekabet avantajına sahip olduğunuzda, üretimi organize etmenin en verimsiz yolları bile nispeten oldukça “verimlidir”.
Ayrıca, genel “verimlilik” diye bir şey yoktur; verimlilik mal sahibinin amacına bağlıdır. Küçük bir arazide geçimlik tarım için en verimli teknik – toprak inşa ederek ve yoğun emek girdileri ekleyerek araziden tasarruf etmek – kullanabileceğinden daha fazla çalıntı araziye erişimi olan ve genellikle çalıntı arazisinin çoğunu tamamen kullanım dışı tutan bir feodal oligark için nakit mahsul üreten teknikten tamamen farklıdır. Her halükarda, hak sahibi, çalıntı topraklarını işgal eden “verimli” plantasyonlardan en ucuz yiyeceği bile satın almaya gücü yetmediği için bir gecekondu mahallesinde açlıktan ölmektense, kendi toprağında karnını doyurmayı çok daha “verimli” bulacaktır.
Pek çok şirket savunucusunun “serbest piyasa sistemimiz” olarak bahsettiği gerçek politik ekonomi sistemi aslında başından beri soygunla karakterize edilmiştir. Soyguncular tarafından gerçekleştirilen “serbest piyasa reformlarına” dikkat etmeliyiz. Bunlar pratikte, elleri hala ganimetle dolu olan soyguncuların şöyle demesine izin vermek anlamına gelir: “Tamam tamam, hırsızlık bitti, tam şu an başlıyoruz çalmamaya!”