John Locke ve Mülkiyet Haklarının Sözde Metafizik Gerçekliği

“Okumak üzere olduğunuz makale, Can Standke tarafından kaleme alınmış. 1 Ocak 2021 Tarihinde “John Locke and the Supposedly Metaphysical Reality of Property Rights” başlığı altında yayınlanmıştır.

İster emeği bir zenginlik kaynağı olarak gören Adam Smith olsun, isterse Karl Marx’ın emeğin insanlığı oluşturduğu iddiası olsun, emeğin çeşitli nitelendirmeleri ortaya konmuş olsa da emeği meşru mülkiyet iddialarının kaynağı olarak görenler arasında benzersiz olan John Locke’tur. Modern liberteryenler, kişinin emeğinin karıştırılmasını (kişinin kendi emeğini maddeye vererek kendi vücudunda sahip olduğu hakları mülküne aşılaması, yani Lockean mülk görüşü) orijinal, doğal (siyasi değil) temellük kaynağı olarak gören Lockeçu mülkiyet anlayışlarına sıklıkla atıfta bulunurlar. Bu el konulan malzeme, daha sonra, diğerlerinin esas olarak el koydukları şeye karşı alınıp satılırsa, bu, başka bir meşru sahiplenme kaynağını oluşturur: ticaret. Bu çerçevede, kişinin emeğini doğal bir kaynakla karıştırması, bu kaynak ile sonraki sahibi arasında bir bağ oluşturur ve mülkiyet, ilk başta fiiliyat alanına bu şekilde girer. Bununla birlikte, bir nesne ile sahibi arasında var olan bağlantıyı fazlasıyla “ortada”, fazlasıyla “gerçek” olarak görmek, bu kavrayışta zımnen yapılır. Mülkiyetin çoğu zaman sanıldığı kadar “gerçek” olduğundan şüpheliyim ve yeterince ilginçtir ki, söylemden bağımsız gerçeklik olarak bu mülkiyet anlayışı, insanları sağ liberter spektrumla ilişkilendiriyor veya bu yelpaze içinde tutuyor. Daha sonra bunu takiben, mülkiyetin bu sözde metafizik gerçekliğine meydan okumak istiyorum.

Birinin en sevdiği nesneyle olan bağının, başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne rağmen var olduğunu hayal etmesi çok bireysel ve romantik görünebilir ve belki de bu yüzden mülkiyeti herhangi bir tartışmalı ihtimalden bağımsız bir gerçeklik olarak düşünmeye meyilliyiz. Herhangi birinin meydan okumaya cesaret etmesi durumunda burada sadece ben, tüfeğim ve çayırım var. Ama bu fikir tutar mı?

Bir deneye katıldığınızı hayal edin. Birkaç cansız nesne arasında bir kişinin bulunduğu bir odaya giriyorsunuz ve bu nesnelerin bir kısmının bu kişiye ait olduğu söyleniyor. Sahip olunan nesneleri sahiplerine doğru şekilde atayabiliyor musunuz? Yapamıyorsanız, nedeni nedir? Şunu düşünün: Bir şeye sahip olmayı tercih eden başka düşünen faillerin olmadığı ve kıtlığın olduğu bir yerde, nesneler için herhangi bir rekabetin olmadığı bir dünyada mülkiyetin bir anlamı olduğunu düşünmek mantıklı olur mu? Değilse, bunun nedeni mülkiyetin, düşünen failler arasındaki süregidenlerin dışında var olmayan, ancak tam olarak bu haliyle var olan bir şey olması olabilir mi?

Büyük ölçüde Locke’un hamisi Lord Shaftesbury tarafından desteklenen Hükümet Üstüne İkinci Tez’i yazmak için yalnızca siyasi teşviklerin ötesinde, açıkçası Locke’un ele alması gereken bir soru, mülkiyetin nasıl haklı gösterilebileceğidir- yani, yani bir kişiyi bir nesneyi talep etmede neyin haklı kıldığı konusunda zaten açık, devam eden bir söylem vardı. Locke’un yaptığı şey, bireysel ilişkisel anlamda mülkiyetin tanımı olan kaynaklara imtiyazlı erişim hakkına sahip olduğunu makul olarak neden iddia edebileceğine dair bir argüman sunmaktır; onunki kesinlikle Locke’un kendisinin yeterince inandırıcı bulduğu ve başkalarının da bunu kabul etmesini beklediği bir argüman. Görünüşe göre bu, mülkiyet için gerekçelendirmelerin yararlı olduğu tek bağlamdır, çünkü tüm gerekçeler yalnızca birinin bir şeyi haklı çıkardığı bir söylem olduğunda faydalıdır ve biz zaten düşünen faillerden bağımsız bir mülkiyet gerçekliğinden yeterince şüphe etmişizdir. Böylece, kendimizi kendimizle veya başkalarıyla bir tartışma alışverişinde bulmamız durumunda hazır tutmak isteyeceğimiz normatif değerlendirmelerle baş başa kalırız. Dolayısıyla, mülkiyeti söylemde ortaya çıkan bir şey olarak görmek, onu sosyal söylemin bir ürünü ve tabii ki sosyal olarak inşa edilmiş bir yapı olarak görmek faydalı görünüyor.

Şimdi bu söylemin öncelikle toplumda hangi gerekçeyle yapıldığını sorabiliriz. Anlayışımız, mülkiyetin neden bir şey olduğuna dair sık sık atıfta bulunulan bir toplumsal işlevi açıklamaya elverişli olabilir: Çatışmadan daha ortaya çıkmadan kaçınma, “toplumsal çıkara” atfedilebilecek bir işlev. Doğal olarak tarihsel gelişmeler piyasalara ve endüstriyel sosyal paradigmalara yol açmış olsa da kendimizi çelişen tercihlerin olduğu bir dünyada bulacağız ve makul olarak bunların barışçıl bir şekilde tartıldığını görmek isteyebiliriz. Bu nedenle, bu işlevi yerine getirmek için söylemsel mülkiyet yapısının var olması sosyal olarak uygun görünmektedir. Bir toplumun, sürekli (potansiyel olarak şiddet içeren) bir çatışmaya girmeden kendi işlerimize devam edebilmemiz için ayrıcalıklı erişim etrafında bir söylem benimsemesi faydalı görünüyor. Seçtiğimiz ortam, çatışan çıkarları çoğunlukla barışçıl, müdahaleci olmayan, söylemsel alışverişin içine çevirir.

Böyle bir söylemde, Locke’un gerekçesi, bir diğerinin kabul etmeye meyilli olabileceği bir gerekçe olabilir veya olmayabilir. Ancak çıkarılması gereken önemli ders, bu özel gerekçenin hiçbir üstünlük iddiasının olmadığıdır. Muhtemel diğerleri arasında bir Lockeçu argümanı kabul etmeye meyilli olabilirim, ama nihayetinde benim söyleme katkım bireysel değerlendirmeme bağlıdır, çünkü bir argümanın söylemde kabulü nihai olarak ilgili bireylere bağlıdır. Birisi bir başkasının kararına katılmayabilir ve gerekçelendirme aynı şeyin kabulüne eşit olmadığı için, sözde meşru taleplerinin zorla ihlal edildiğini tespit etmeleri durumunda tehdit etmek veya savunmacı güç kullanmak bile haklı olabilir. Ancak nihayetinde kişinin mülkünü elinde tutması ya bu güce ya da karşılıklı kabule bağlıdır. Ve karşılıklı kabul, birinin mülkiyeti olarak iddia ettiği şeyi tutmak için daha zarif (daha barışçıl ve risksiz) bir çözüm gibi göründüğü için, başkalarının onları kabul etmeye meyilli olması için iddialarımıza yönelik gerekçeler üretiriz. Locke’un yaptığı buydu.

Anarchy and Democracy
Fighting Fascism
Markets Not Capitalism
The Anatomy of Escape
Organization Theory