Deleuze, Guattari ve Piyasa Anarşizmi

Yazar: Edmund Berger. Orijinal makale: Deleuze, Guattari and Market Anarchism. Yayınlanma Tarihi: 23 Ocak 2017. Tercüman: Tuba.

1. Deleuze, Guattari, İvmelenme

Bir süredir hem akademik hem de aktivist çevrelerde Deleuze ve Guattari hakkında çok konuşuluyor. Bazen asılsız alayların nesnesi olurlarken (Richard Barbrook gibi gelenekçi sosyalistler tarafından “kutsal aptallar” olarak ilan edildiler), bazen de açıkça hiç de eleştirel olmayan övgülerden faydalandılar (teorilerinin her konuda uygulanabilirliğine dikkatinizi çekerim). Neoliberal kapitalizmin gizli ajanları (Slavoj Zizek’in da suçladığı gibi) ve küreselleşme çağında (1990’larda ortaya çıkan ulusötesi alter-küreselleşme hareketine göre) devrimin taktikçileri olarak yaftalandılar. Kozmik oluşumun neşeli, hippi kutlayıcıları; kaos ve karmaşıklık teorisinin öncüleri (Manuel DeLanda) ve belki de en keyiflisi, komplo ve olumsuzluktan beslenen “çılgın, kara komünizm”in yazarları (Andrew Culp) olarak anıldılar. Nick Land de neoreaksiyona yönelmeden önce, Kapitalizm ve Şizofreni başlıklı iki bölümlük çalışmalarının ilk cildi olan Anti-Oedipus’u “bir felsefe kitabından ziyade bir mühendislik el kitabı, istila kanalları açarak mekanik bilinçdışını hacklemek için bir yazılım araçları paketi” olarak tanımlamıştı.i

Tam anlamıyla nokta atışı olanlardan son derece ihtilaflı olanlara kadar uzanan çok sayıda farklı yorumla, günümüz dünyasındaki güç dinamiklerini aydınlatmak için onların eserlerine bakmak kaçınılamaz bir çıkmaz gibi görünebilir. Tek tip düşüncenin mecmuası olan akademi tarafından ele geçirilmeleri bu sıkıntıyı daha da artırıyor. Yine de benim kanaatim, Deleuze ve Guattari’nin (bundan sonra onlara D & G diyeceğim) bugün bize sunacağı çok şey olduğu ve Benjamin Tucker’ın “anarşist sosyalist” -ya da bugünün tabiriyle- “sol piyasa anarşizmi” olarak tanımladığı şeye benzer bir gelecek vizyonuna giden yolu işaret eden sol teorinin yıllıklarında radikal bir kırılma (ya da onların dilinde bir şiz) teşkil ettiği yönündedir.

D & G’nin politik uygulamasının, şiddetle anti-kapitalist olsa bile, piyasa anarşizmiyle örtüştüğü iddiası pek çok kişiyi rahatsız edecek ve kuşkusuz “ivmecilik” suçlamalarına yol açacaktır. Son on yılın en önemli siyasi sapkınlığı olan ivmecilik -çok sayıda ve sıklıkla çelişkili şekillerde kullanılan muğlak bir terim- Anti-Oedipus’un önemli bir pasajında ortaya çıkmaktadır. D & G, 1960’lardaki isyanlar sırasında solun kapitalizmin üstesinden gelmedeki başarısızlığının ve ‘Üçüncü Dünyacıların’ milliyetçi kapitalizme yönelmesinin ardından, doğru “devrimci yolun” gerçekten de “(piyasanın hareketiyle) daha da ileri gitmemiz gereken bir yol” olabileceğini öne sürerler. Süreçten çekilmek yerine daha da ileri gitmeyi, “süreci hızlandırmayı” savunurlar, ve Nietzsche’nin de dediği gibi: “Bu konuda henüz hiçbir şey görmedik.”ii

İvmecilik suçlaması sakınılması gereken bir suçlama değil, aksine kucaklanması gereken bir suçlamadır, ancak bunun için incelikli bir çözümleme yapılmalıdır. Nüanstan yoksun yüzeysel okumalar; D & G’nin düşüncelerini en iyi ihtimalle tek seferlik bir düşünce, en kötü ihtimalle de global piyasalaşma, düzensizleşme ve serbestlik retoriğiyle o dönemde ortaya çıkan neoliberal kapitalizmin eleştirel olmayan bir kabulü olarak değerlendirmiştir. İvmeciliğin bu sonuncusuyla özdeşleştirilmesinden kaçınılmalıdır (aynı zamanda ivmeciliğin devlet merkezli teknolojik gelişmeyle daha yakın zamanda ilişkilendirilmesinden de); bunun yerine, doğası gereği ‘anarşist-sosyalist’ olan, piyasaları kullanan ve mevcut koşullara karşı dizginlenemez bir antagonizm içinde işleyen bir ivmecilik ihtimaline bakalım. Bunu yapmak için, D & G’nin çalışmalarında piyasaların kapitalizme karşı konumlandırılmasının izini sürmeliyiz. Aşağıda, elbette kapsamlı bir inceleme olmamakla birlikte, bunun üstünkörü bir incelemesi yer almaktadır. Ancak öncelikle, D & G’nin, bireysel ve beraber olarak, politik olana karşı kendi duruşlarına baksak iyi olacak.

II. Marksist mi, Anarşist mi, İkisi Birden mi, Yoksa Hiçbiri mi?

D & G’nin teorileri için, aşırı sol bir yönelim dışında, kesin bir siyasi eşik belirlemek oldukça zor bir iştir. Foucault, Baudrillard ve ‘post-yapısalcılık’ sorunsalı altında bir araya getirilen diğerleri gibi, D & G de anarşistler, özellikle de isyancı, komünist ve post-sol akımlarda yer alanlar tarafından sıklıkla anılmaktadır. Ancak anarşist olarak statüleri konusundaki tartışmalar yıllar boyunca devam etmiştir.

1970’lerin İtalya’sındaki sınırda anarşist Autonomia hareketiyle bağları olan Guattari, projesini “otonom-komünist-anarşist” olarak tanımlasa da ne kendisinin ne de Deleuze’ün anarşist düşüncenin tarihi üzerine söyleyecek pek bir şeyi yoktu. Deleuze’ün konferansçıları Proudhon’a atıfta bulundular, ancak bu hiç şüphesiz Marx’ın The Poverty of Philosophy’sindeki yalancı Proudhon’du (bu talihsiz bir durumdur, çünkü Proudhon’un The Philosophy of Progress’te ayrıntılı olarak açıkladığı kendi akış ve oluş ontolojisi Deleuze’ünkini açıkça öngörmektedir). Diğer yandan, The Logic of Sense’de Deleuze, Max Stirner’e geçerken atıfta bulunur; egoistten doğrudan etkilenip etkilenmediğini söylemek zor olsa da Saul Newman her ikisinin felsefeleri arasındaki çok sayıda örtüşen noktaları ayrıntılarıyla ortaya koymuştur.iii

Elbette anarşizme yakınlığı belirleyen şey fikirler tarihiyle olan ilişki ya da yapılan benzetmeler değildir. Anarşist ve yarı-anarşist gruplarla (Otonomistler aracılığıyla Guattari, Foucault tarafından kurulan hapishane karşıtı aktivist bir ağ olan Prisoner Information Group aracılığıyla Deleuze) olan teğet ilişkiler bir yana, D & G tarafından önerilen felsefenin anarşistlerin çok iyi bildiği konum ve önermelerle dolu olduğu açıktır. İkili diğer şeylerin yanı sıra devleti, kapitalizmi, SSCB’yi, faşizmi, polisi, demokrasiyi, ırkçılığı, sömürgeciliği, vergileri ve hatta nostaljiyi, yönetimselliği ve yerleşik kimlikleri reddetmektedir.

D & G ne ölçüde Marksist olarak kabul edilebilir? Marx’ın onların çalışmalarında -özellikle de devrimci öğretisini Nietzsche ve Marx’ın bir bileşimi olarak kuran Anti-Oedipus’ta- önemli bir konuma sahip olduğu yadsınamaz. Deleuze ile işbirliğinden yirmi yıl önce Guattari, savaş sonrası Fransa’sının iki büyük entelektüel eğiliminin ortasında yer alıyordu: varoluşçuluk ve Marksist komünizm. 1940’ların sonlarında, kendisi de militan Troçkistlerden oluşan Uluslararası Komünist Parti’nin Dördüncü Enternasyonal’inin Fransa seksiyonunun önde gelen isimlerinden biriydi. 1950’ler boyunca daha özgürlükçü bir komünist pozisyona doğru kayacak, diğer radikallerle birlikte çalışacak, Sovyetler Birliği’nin devlet yapısına dair ayrıntılı eleştiriler yazacak ve Fransız komünist siyasetinin ana akımında Stalinistlere karşı örgütlenecekti. 1964’te bu sol muhalefet kendini Maocu olarak tanımlamaya başladığında, Guattari onlardan koptu ve öğrenci hareketinin anarşik kesimlerine doğru ilerlemeye başladı.

Öte yandan Deleuze bu tür politikalardan kaçınmıştı. Sartre’ın tutkulu bir okuyucusu olmasına rağmen, varoluşçuluk ona pek çekici gelmiyordu, Marksizmin ortodoks biçimleri de öyle. Hayatının sonlarına doğru kendisini bir Marksist olarak tanımladı (“Felix Guattari ve ben Marksist olarak kaldık, belki de iki farklı şekilde”),iv ve öldüğü sırada Marx üzerine bir monografi yazmaya hazırlanıyordu. 1992’deki “Postscript on the Societies of Control” gibi geç dönem metinleri kendini Marksist olarak tanımlıyordu, ancak bu çok esprili bir Marksizmdi: Direniş kavramları kısaca ortaya çıktığında, fabrikaları ele geçiren proletarya değil, bilgisayar ağlarına “korsanlık ve virüslerin sokulması” söz konusuydu.v Ve kendini Marksist olarak tanımlayan birinin Marksist bir metin yazarken Marksist bir tarih teorisine benzer bir şey kullanması beklenirken, Deleuze’ün gelişim vizyonu sınıf mücadelesine değil, teknolojik gelişime odaklanıyordu. Referans noktası Marx yerine, Marksizmle ilişkisi tartışmalı ve karmaşık bir figür olan Foucault’tu.vi

Kapitalizm ve Şizofreni’nin alt başlığının da işaret ettiği gibi, “Marksizmin çok esprili bir türü” muhtemelen Anti-Oedipus’u tanımlamanın en iyi yoludur. Jean-Francois Lyotard’ın daha sonra iddia edeceği gibi, kitap görünürde Marksist kalmaya çalışabilir, ancak inkar edilemez bir şekilde varyant -ya da daha doğru bir ifadeyle mutant- bir formdur. Lyotard’a göre, “kitabın sınıf mücadelesi, işçinin destanı ve partisinin işlevi konusundaki sessizliği”, “bizzat Marx’taki ve giderek daha da kötüsü Marksistlerdeki vicdan azabından” arındırılmış bir post-Marksizm (ya da anti?) yaratılmasına yardımcı olmaktadır.vii Bu vicdan azabının doğası ne olabilir? Lyotard’a göre bu, piyasa süreçlerinin dinamikleri içindeki unsurlara -yani yerleşik olanın temellerini sarsma yeteneğine- kapılmaktan dolayı duyulan bir suçluluk ya da tiksinti hissidir: “Deleuze ve Guattari’nin önerdiği Kapital figürü içinde Marx’ı büyüleyen şeyi kolayca fark edebiliriz: kapitalist sapkınlık, kanunların, dinlerin, ahlakın, ticaretin, eğitimin, yemek kültürünün, konuşmanın altüst edilmesi…”

III. Kapitalin Perde Arkası

Komünist Manifesto’dan bu yana Marx, genellikle coşkulu ve şairane imgeler kullanarak dikkatimizi kapitalizmin olumlu yönlerine çeker; kapitalizm bir yandan eski iktidar biçimlerini istikrarsızlaştırırken diğer yandan da ‘modernleşme’ süreçlerini gerçekleştirir. Ünlü pasajda söylendiği gibi, “tüm katı, hızla donmuş ilişkiler”, “eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler silsilesiyle birlikte süpürülüp atılır, yeni kurulanların hepsi kök salmadan önce köhneleşir. Katı olan her şey eriyip havaya karışır, kutsal olan her şey kirletilir ve insan sonunda yaşamının gerçek koşullarıyla ve kendi türüyle olan ilişkileriyle aklıselimle yüzleşmek zorunda kalır.” İşte bu nedenle D & G, kapitalist ilişkileri tanımlamak için uçuş çizgisi, deterritorializasyon ve dekode etme gibi terimler kullanmaktadır: “Uçuş çizgisi” çünkü yeniye doğru yılan gibi kıvrılan bir arzu yörüngesini takip eder; “deterritorializasyon” çünkü şeyleri sıkıştıkları yerden çıkarır ve dolaşımlarına izin verir; ve “ dekode etme” çünkü kodları, yani geleneğin, kimliğin, kültürün ve diğer dayatılan değer sistemlerinin katılıklarını yıkar.

Ancak bu, kapitalizmin gerçekliğinden oldukça uzak değil midir? Marx, bir tarafta ekonomik dolaşım ve sömürünün iç içe geçmesi ile diğer tarafta sömürü ve şiddetin iç içe geçmesi arasında bir şekilde bir rota çizebilmiştir – yine de nihayetinde projesinin çoğunun altını oymaya yardımcı olan bir dizi eleştirel tutarsızlığın kurbanı olmuştur, bu ister (Kevin Carson’ın Studies in Mutualist Political Economy’deviii  ortaya koyduğu gibi) devlet ve piyasa arasındaki kafa karışıklığı, ister Hindistan’daki İngiliz emperyalizmine verdiği çirkin ve Avrupa-merkezci destek, isterse de tarih felsefesinin özündeki kapitalist gelişme ve özgürleşme arasındaki muğlak ilişki olsun (Bolşevik devriminden sonra izlenen yolların şekillenmesine yardımcı olan tartışmalar).ix

D & G bu tutarsızlıklardan ve belirsizliklerden bir kaçış sunar, ancak bu, kapitalizmin Marksist analizinin doğasını ve bununla birlikte bu analizin işaret etmeyi amaçladığı devrimci hedefleri değiştiren bir kaçış yoludur. Dikkat edilmesi gereken nokta, kapitalizmde ‘olumlu’ olarak tanımlanan unsurların – uçuş hatları, deterritorializasyon, dekode etme – aynı zamanda özgürleştirici siyasetle ilişkilendirilen şeylerin ta kendisi olduğudur. Dünyaya karşı faşist olmayan bir isyan başlatmak – ki Anti-Oedipus gibi bir kitabın amacı da budur – yeni biçimlerin ortaya çıkma olasılığını kırmak için eskiye karşı isyan etmektir. Deleuze ve Guattari’ye göre bu süreci motive eden arzunun kendisidir, tıpkı bir uçuş hattı boyunca hareket etme, deterritorializasyon ve dekode etme girişimlerini güdüleyenin arzu olması gibi. Benzer şekilde, deterritorializasyon ve dekode etme gibi güçler, daha önce var olmayan yeni arzuları devreye sokar. Deleuze ve Guattari’nin arzu anlayışı üretkendir ve (Sigmund Freud ve Jacques Lacan’ın daha önceki psikanalitik söylemlerinde önerilen) arzu köklü eksiklik kavramlarının aksine aşırılığa ve sirkülasyona meyillidir.

Bu, kapitalizmin arzunun kendisinin ifadesi olarak tanımlanabileceği anlamına mı gelmektedir ki bu öneri, kaba liberteryenlerin ve “anarko”-kapitalistlerin abuk sabuk sözlerine oldukça benzemektedir? Pek sayılmaz. D & G kapitalizmin sadece bir sistem olarak değil, sürekli gelişen bir süreç olarak anlaşılmasını savunmaktadır. Bu süreç yalnızca piyasanın mübadele kalıplarından süzülen arzunun bir yansıması değil, içkin iktidar ve tahakküm ilişkilerine karışmış bir dizi toplumsal ilişkidir. İktidar ilişkileri ne kadar esnek olursa olsun, her zaman temelinde bir tür katı ve sabit temele, kurallarının işlediği bir bölgeye ihtiyaç duyar. O halde, kapitalist girişimcilik ve dolaşımın sergilediği patlayıcı yaratıcılık unsurları – başka bir deyişle piyasa süreçlerinin kendileri – bu güce karşı duracak gibi görünmektedir, ancak öyle değildir. Çünkü D & G, deterritorializasyon ve dekodlamanın kapitalist sürecin yalnızca yarısı olduğunu ve karşılıklı reterritorializasyon ve yeniden kodlama süreçleriyle birleştiğini savunmaktadır. Dahası, reterritorializasyon ve yeniden kodlama, sistemin kendisi için bir tür ‘istikrar mekanizması’ olarak sunulmakta ve bunlar olmaksızın kapitalizmin kendisi sona ermektedir. Uzun bir alıntı yapmak gerekirse,

…kapitalizm sürekli olarak bu (dağılmaya yönelik) eğilime karşı koyar, onu sürekli olarak engeller, aynı zamanda da serbestçe dizginlenmesine izin verir; sürekli olarak kendi sınırına ulaşmaktan kaçınmaya çalışır, aynı zamanda da bu sınıra doğru yönelir. Kapitalizm her türlü artık ve yapay, bireysel, hayali ya da sembolik bölgeselliği kurar ya da onarır, böylece elinden geldiğince soyut nicelikler açısından tanımlanmış kişileri yeniden kodlamaya, yeniden kanalize etmeye çalışır. Her şey yeniden ortaya çıkar ya da tekerrür eder: Devletler, uluslar, aileler. Kapitalizmin ideolojisini “şimdiye kadar inanılan her şeyin rengarenk bir tablosu” yapan da budur… Kapitalist makine, akışlardan artı değer elde etmek için onları ne kadar deterritorialize eder, kodlarını çözer ve aksiyomatize ederse, hükümet bürokrasileri ve kanun ve düzen güçleri gibi yardımcı aygıtlar da yeniden reterritorialize etmek için ellerinden geleni yapar ve bu süreçte artan değerden giderek daha büyük bir pay alırlar. x

Kapitalizmin kendini sürdürmek için bir devlete ihtiyaç duyması yeni bir bulgu değildir (yukarıdaki paragrafta yer alan hiçbir şey de değildir). Marx’ın en iyi yazıları, modern devletin evriminin kapitalizmin doğuşunda nasıl temel bir rol oynadığını inanılmaz ayrıntılarla ortaya koyarken, Benjamin Tucker’ın mükemmel analizi, devlet eyleminin kapitalizmi engellemek yerine onu nasıl inşa ettiğini göstermiştir. Michel Aglietta ve Bob Jessop gibi isimlerin yer aldığı post-Marksist Regulation of School, düzenleyici sistemlerin kapitalizmin ilişkilerini ‘yeniden üretmesine’ nasıl izin verdiği üzerine çok sayıda çalışma yapmıştır. D & G’nin burada tanımladığı şey, bu çeşitli analizlerle örtüşmektedir, ancak çok özel bir işlevle ilgilenmektedirler: devletin, bu serbest bırakmadan kar elde eden varlıkları sürdürmenin bir aracı olarak serbest bırakılan güçlerde giderek daha da büyüyen unsurları ‘ele geçirme’ veya ‘yakalama’ şekli. Bu kulağa biraz ezoterik (ve özellikle geleneksel ekonomik söylemler karşısında mantığa aykırı) gelse de, bu süreç aşağı yukarı kapitalizm ve devletin sürekli ortak üretimi tarafından ‘yeniden üretilen’ güç ilişkileri ağlarının bir tasviridir.

D & G bu kavramı iki temel kaynaktan almaktadır. Bunlardan ilki, Foucault tarafından yürütülen ve 1970-1971 yıllarında College de France’da “bilme arzusu” üzerine verdiği bir dizi dersin bir parçası olarak sunulan para incelemesidir. Bu derslerde Foucault, antik Yunan’da ‘sabit para’nın – doğal olarak ortaya çıkan ‘kendiliğinden para’nın aksine devlet tarafından dayatılan para – nasıl tüm toplum için düzenleyici bir mekanizma olarak işlediğini göstermektedir. Yunan toplumunda para “aşırılığı, tamahkarlığı, çok fazla şeye sahip olmayı önler… Ama aynı zamanda aşırı yoksulluğu da önler… “xi Foucault’ya göre vergilendirme, sabit paranın işlevinin temel bir yönüdür ve evriminde bir sapma ya da vicdansız bürokratlar tarafından sonradan uygulanan bir şey değildir. Bunun yerine, bir sınıflar taksonomisi yaratabilecek, sınıf yapılarının (öncelikle alt sınıflar tarafından tahakkuk ettirilen borç ve vergi parasının üst sınıflara yukarı doğru akışı yoluyla) yapılarında nispeten katı kalmasına yardımcı olabilecek ve ekonomik çıkarların doğal kapsamlarının ötesine genişletilmesi için gerekli kamu çalışması projelerini kolaylaştıracak bir şey olarak vergilendirme düşünülerek yaratılmıştır. Modern çağa baktığımızda, D & G şöyle yazıyor: “Amerikalıların New Deal’dan sonra keşfettiklerini Yunanlılar da kendi yöntemleriyle keşfettiler: ağır vergiler iş dünyası için iyidir… Kısacası, para – paranın dolaşımı – borcu sonsuz kılmanın aracıdır. “xii

İkinci kaynak, Paul Baran ve Paul Sweezy’nin Monopoly Capital adlı kitaplarında ortaya koydukları neo-Marksist Monthly Review ekolünün görüşüdür. Marksist ortodoksinin birçok temel ilkesini (kar oranının düşme eğilimi gibi) çiğnedikleri için Marksizm tarihinde tartışmalı olan Baran ve Sweezy, esas olarak 1880’lerden 1960’lara kadar uzanan dönemde giderek artan ‘örgütlü kapitalizm’ ile ilgileniyorlardı. Kapitalist gelişmenin bu aşaması, ekonomik gücün küçük bir avuç firmada yüksek düzeyde merkezileşmesi ve aralarındaki piyasa faaliyetinin en iyi şekilde tekelci rekabet olarak tanımlanabilmesiyle belirgindi. Baran ve Sweezy, böyle bir sistemin, çok fazla üretim fazlası yaratarak ve paranın ekonomi içindeki dolaşımını yavaşlatarak ekonomiyi durgunluğa sürüklediğini savunmaktadır. Böylece devlet, refah programları, altyapının yenilenmesi, askeri harcamalar ya da vergi mükellefleri tarafından finanse edilen devlet girişimlerinin diğer herhangi bir ‘üretken’ biçimi yoluyla ekonomiye ‘enerji pompalamak’ için fazla üretimi ve sermayeyi emerek boşluğu doldurmaya gelir. Baran ve Sweezy, para üzerine çalışmalarında biraz Foucault’ya benzer bir şekilde şunları öne sürmektedir:

…büyük ölçekli hükümet harcamaları ekonominin kapasiteye çok daha yakın çalışmasını sağladığından, kişisel artığın büyüklüğü üzerindeki net etki hem olumlu hem de büyüktür… Büyük işadamları için devlet harcamaları daha fazla etkin talep anlamına gelir ve bu harcamalarla ilgili vergilerin çoğunu tüketicilere ya da geriye dönük olarak işçilere kaydırabileceğini hisseder. Buna ek olarak… vergi sisteminin her türden özel çıkar grubunun ihtiyaçlarına göre özel olarak uyarlanmış incelikleri, spekülatif ve talih kuşu kazançları için sonsuz fırsatlar yaratmaktadır. Sonuç olarak, Amerikan egemen sınıfının belirleyici kesimi, devlet harcamalarının yararlı doğasına ikna olmuş bir inançlı olma yolunda ilerlemektedir.xiii

D & G bu görüşlerini “kapitalist” veya “sosyal aksiyomatik” olarak adlandırdıkları daha genel bir olguya genişletmektedir. Kapitalizmin işleyişi için gerekli olan mekanik bir süreç olan bu aksiyomatikler, yerinden edilen veya deşifre edilen her şeyin devlet-kapitalizm topluluğuna geri yönlendirildiği araçlardır. Bu sadece parasal akışların vergilendirme yoluyla devlet tarafından ele geçirilmesi ya da çok daha önce kendiliğinden para birimlerinin sabit parayla kodlanması yoluyla mübadele ve dolaşımın kendisinin ele geçirilmesi için değil, aynı zamanda muhalif biçimlerin iktidar mantığına geri kazanılması ve benimsenmesi gibi şeyler için de geçerlidir. “Kapitalizmde sürekli olarak daha fazla aksiyoma doğru bir eğilim vardır” diyor D & G, A Thousand Plateaus’da. “Birinci Dünya Savașı’nın sona ermesinden sonra, dünya buhranı ve Rus devriminin ortak etkisi kapitalizmi aksiyomlarını çoğaltmaya, ișçi sınıfı, ișsizlik, sendikal örgütler, sosyal kurumlar, devletin rolü, dıș ve iç pazarlar, Keynesyen ekonomi ve New Deal ile ilgili yeni aksiyomlar icat etmeye zorladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni aksiyomların yaratılmasına ilişkin örnek vermek gerekirse: Marshall Planı, yardım ve borç verme biçimleri, para sisteminde dönüşüm…“xiv

Açıkça görüldüğü üzere, birbiriyle ilişkili bu kavram ve modellerin – reterritorializasyon, rekodlama, aksiyomların eklenmesi/çıkarılması – merkezinde devletin kendisi yer almaktadır. D & G’nin kapitalizm anlayışı, sermaye, mallar, insanlar ve hatta arzu gibi her şeyin sürekli üretken olan akışlar içinde hareket ettiği hidrolik bir sistem gibidir. Ancak bu sistemin merkezinde, sistemin işlemesini sağlayan bir düzenleyici vardır: “Devlet, devletin polisi ve ordusu devasa bir üretim karşıtı girişim oluşturur, ancak üretimin kalbinde yer alır ve bu üretimi koşullandırır.”xv

IV. Devlete Karşı

A Thousand Plateaus’ta bu dinamikler devlet aygıtları ve savaş makineleri arasındaki bir mücadele olarak yeniden şekillenir. Anti-Oedipus’ta farklı, deterritorialize ve dekode edilmiş hareketler ve güçler “göçebe” niteliklere sahip olarak ele alınır; “savaş makinesi” bu analizin bir sonraki aşamasıdır ve işlevlerinin daha uzlaşmaz ve çatışma odaklı yönlerine odaklanır. Diğer bir deyişle, savaş makineleri tam olarak adlarının ima ettiği şeyi yapar ve bu savaşın hedefi devletin kendisidir (D & G burada Pierre Clastres’in bazı yerli toplumların devleti püskürtmeyi toplumsal yarı-düzenlerinin mantığı haline getirme biçimini analiz eden antropolojik çalışmasından yararlanıyordu). Savaş makinelerinin pek çok farklı biçimi vardır: yakınlık grubunuz bir savaş makinesidir, agorist bir savaş makinesidir, sokak çeteleri ve korsanlar, hatta belirli türden ticari örgütler. Tüm savaş makineleri olumlu değildir: karanlık şiddet yanlısı, kabileci, hatta faşizan olabilirler. Bu konuda çok şey söylenebilecek olsa da, burada bizi ilgilendiren savaş makinesinin belirli ekonomik işlevlerle olan özel birleşimidir.

D & G’ye göre savaş makinesinin karşısında, farklı hareketi ele geçiren ya da kendine mal eden ve onu kendisinin bir parçası haline getiren devletin bir işlevi olan “ele geçirme aygıtı” vardır. Böyle bir güç, reterritorializasyon, rekodlama ve aksiyomatik muamelesine rahatlıkla uymaktadır; gerçekten de D & G, ele geçirme aygıtını, Lewis Mumford’un büyük, devlet tarafından organize edilen ve kendisine bağlı insanları düzenleyen ve disipline eden ‘sosyo-teknik’ sistem için kullandığı terim olan “megamachine” ile özdeşleştirmektedir.xvi Daha da önemlisi, megamachine ile belirli ekonomik ve siyasi olgular ve mekanizmalar arasında bir başka ilişki kurmaktadırlar: yakalama aparatı “üç şekilde işlev görür…: rant, kar ve vergilendirme.” D & G’nin bize söylediğine göre bu şema, Marx’ın sermaye ilişkilerinin toplumsal ilişkilere dönüşme biçimini tanımlamak için kullandığı ünlü “üçleme formülü “nün yeniden yorumlanmasıdır. D & G’nin yaklaşımını Marx’ınkinden farklı kılan şey iki yönlüdür: birincisi, kapitalizmin saf ekonomik mantığını değil, devleti olayların merkezine yerleştirmesi; ikincisi, artık kapitalizmin nasıl toplumsal bir ilişki haline geldiği değil, devletin yetki alanı dışındaki şeylerin bu çeşitli güç ilişkilerine nasıl dahil olduğu sorusudur. “Bir üretim tarzını varsayan devlet değildir” diye belirtiyorlar, “tam tersine, üretimi bir ‘tarz’ haline getiren devlettir.”xvii

Vergilendirme hakkında zaten epeyce şey söyledik, bu nedenle ele alınması gereken şey rant ve kârdır. Vergilendirme açıkça devletin işleviyle ilişkili olsa da, kapitalist piyasa ekonomisinin iki temel unsuru olan rant ve kârın devletin işlevlerinden kaynaklandığı iddiası birçokları için kesinlikle hatalı görünebilir. Ancak, geleneksel ekonomik söylemlerde bile çok az kabul gören, mübadele ve dolaşım sistemleri ne kadar açık olursa, uzun vadede kar birikim oranlarını koruma kapasitesinin o kadar düştüğü anlayışını göz önünde bulundurun. Piyasa sistemlerine serbestçe girebilme ya da tüm ilişki kümelerini bu sistemlerden çıkarabilme kapasitesiyle birlikte, belirli aktörlerin piyasada aşırı bir paya sahip olma becerisi savunulamaz hale gelir – işte tam da bu nedenle, yerleşik iktidar yapılarının bu yersizyurtsuzlaştırıcı dalgaya karşı kendilerini korumaları için devlet tarafından verilen ve dayatılan tekellere güvenmek gerekli hale gelir.

Aynı şey, en azından kapitalist sistemde, devlet tarafından desteklenen ve standartlaştırılmış unvanlar biçiminde sunulan özel mülkiyet haklarına bağlı olan rant için de söylenebilir. Belki de rant ile devlet arasındaki ilişki, devletin eski mülkiyet sistemlerini parçalayarak ekonomik, sosyal ve siyasi elitlere faydalı bir dolaşıma sokmadaki yadsınamaz rolü göz önüne alındığında, devlet ile mülkiyet arasındaki ilişkiden daha da açıktır. Devletin yokluğunda ortaya çıkacak rant krizini en iyi Robert Anton Wilson özetlemiştir: “Elbette, Avusturyacı fikirler insan davranışlarında etken olarak var olduğundan, bu fikirlerle kandırılan insanların en azından bir süre daha özgürlük içinde bile rant ödemeye devam edeceklerini kabul ediyorum. Ancak bir süre sonra, Tuckerite komşularının bu sahtekarlığa boyun eğmediğini gözlemlediklerinde, akıllarının başlarına geleceğini ve kendi seçtikleri ‘sahiplere’ haraç ödemeyi bırakacaklarını düşünüyorum… Ben kendim, polisin… ‘kör alet başına tartışma’ yoluyla tahsil etmek için hazır olduğu noktadan sonra bir gün bile rant ödemem.”xviii

Peki bu üçlü ele geçirme, vergi, rant ve kâr mekanizmalarında ele geçirilen savaş makineleri kim ya da nedir? D & G, Marksizmin yıllıklarında ‘küçük burjuva’ olarak reddedilecek figürleri tartışmak için önemli miktarda zaman harcıyor: zanaatkârlar, zanaatkârlar, taş ustaları, metalürjistler, tüccarlar vb. Bu figürlerin varlığı elbette köylü – ve daha sonra proleter – sınıfların sömürülmesi tablosunu ortadan kaldırmaz, ancak D & G’ye göre, “varlıkları tamamen yerel bir Devlet aygıtı tarafından biriktirilen bir artıya bağlı olmadığı için” göçebe ve özerk doğaları, onları devletten kaçan ve ona saldıran yeni siyasi düşünme ve eylem biçimlerini önceden şekillendirmek için çekici kılmaktadır. Metalürjinin tarihsel gelişimine atıfta bulunan D & G, devletin ekonomileri tekelleştirme ve iktidar statükosunu koruma güdüsünün, bu aktörlerin ele geçirilmesini alt sınıfların sömürülmesine bağladığını vurguluyor: “Devletin aşırı kodlaması, hem zanaatkar hem de tüccar metalürjistleri katı sınırlar içinde, güçlü bürokratik kontrol altında, tekelci dış ticaretle egemen sınıfın hizmetinde tutar, böylece köylülerin kendileri Devletin yeniliklerinden çok az yararlanır.”xix

Bu dinamiklerin daha güncel bir örneği, 1) tamircilerin ve bilgisayar korsanlarının bilgi-iletişim teknolojisinde paradigma değiştiren yenilikler üretmesi; 2) bu yeniliklerin daha sonra devletin fikri mülkiyet yasalarını uygulaması ve büyük, çok uluslu şirketlere hizmet etmesi altında ele geçirilmesi; ve 3) bu gelişmelerden kaynaklanan başka yeniliklerin engellenmesi olabilir. Dolayısıyla, Bin Yayla’daki zanaatkârlar, ustalar ve metalürjistler üzerine düşünceler ile daha önce atıfta bulunulan “Kontrol Toplumları Üzerine Dipnot”taki korsanlık ve bilgisayar korsanlığı üzerine düşünceler arasında doğrudan bir devamlılık olduğunu öne sürebiliriz.

Sonuçta elimizde olan şey, bu çeşitli izlere geri dönüp baktığımızda, bir tarafında devlet, kapitalizm ve bu oluşumların içinden geçen çok ölçekli iktidar ekolojisinin yer aldığı tartışmalı bir alan, bir çatışma alanıdır. Diğer tarafta ise özerk hareket, dinamik değişim ve dolaşım, arzunun yönlendirdiği yaratıcı ekolojiler. Birincisi, ikincisini kendisi için hammadde haline getirir, arzuyu, yaratıcılığı, geleneksel bölgelerden, sınırlardan ve sınırlardan kaçma ve onları aşma dürtüsünü (istikrarsızlaştırmak var olan en temel arzu değil midir?), çeşitli mekanizmaları ve aygıtları aracılığıyla daha algılanamaz tahakküm biçimlerini destekleyen bir şey haline getirir. Bunlardan en korkuncu, bu ekolojilerin, kopuş yanlısı pek çok kişiyi basitçe içe kapanmaya ve sözde karşı çıktıkları sistemleri desteklemeye geri dönmeye zorlamasıdır. Kapitalizmden kurtuluş çoğu zaman aynı şeyin sosyal demokrat varyantlarına geri çekilmekle eş anlamlıdır ki bu da kapitalizmden kopuş değil, devletin tüm güçlerini kullanarak onu güçlendirmektir. Kan ve toprak kimliği ve estetik unsurlar konusunu bir kenara bıraktığımızda, sosyal demokrat devletin bu temel mekanizmalarının faşist devletten ne kadar farklı olduğunu dürüstçe görebiliriz? Bunu akılda tutarak, Anti-Oedipus’taki meşhur ivmeci pasaja geri dönelim, umarım bu noktada yeni bir hal alır:

Devrimci yol hangisidir? Bir tane var mı? – Samir Amin’in Üçüncü Dünya ülkelerine tavsiye ettiği gibi, faşist “ekonomik çözümün” tuhaf bir şekilde yeniden canlandırılmasıyla dünya pazarından çekilmek mi? Ya da tam tersi yönde ilerlemek olabilir mi? Daha da ileri gitmek, yani pazarın hareketinde, dekode etme ve deterritorialization? Çünkü belki de akışlar, son derece şizofrenik bir karaktere sahip bir teori ve pratik açısından henüz yeterince deterritorialize edilmemiş, yeterince deşifre edilmemiştir. Süreçten çekilmek değil, daha ileri gitmek, “süreci hızlandırmak”, Nietzsche’nin de dediği gibi: “Bu konuda gerçek şu ki henüz hiçbir şey görmedik.”

Burada söz konusu olan, küresel düzeyde işleyen mübadele ve dolaşım sistemlerinin egemen iktidar ekolojilerinin ve bunların kaçınılmaz olarak yöneldiği kaba gaddarlığın -faşizmin- altını nasıl oyabileceğine dair militan, solcu (hatta post-solcu) bir vizyon değil midir? Aslında bu, neoliberal küreselleşmeye ya da kapitalist dünya pazarının atılımına gizli bir övgü değildir; devlet ve kapitalizmi ortak, modüler ve tepkisel bir bütün olarak birbirine bağlı güçler olarak görmelerini takiben, ‘neoliberalleşme’ ve beraberinde gelen her şey (‘özelleştirme’, ‘deregülasyon’, ‘tasarruf’, ‘yapısal uyum’ gibi kaypak sloganlar) aksiyom ekleme ve çıkarma süreçlerinin bir sonraki açılımından başka bir şey değildir. Pozitif bir sol-kanat anarşist ivmelenmecilik, politik faaliyetlerinin ufkunu aksiyomatiklerin ötesinde, bu ekolojileri parçalayan bir gelecek uzamında konumlandırmalıdır. Bu, arzunun soyut bir kolektivite düzeyinde değil, “moleküler” düzeyde işlediği bir gelecektir.

Bütün D & G pratiğinin Eugene Holland tarafından tanımlandığı gibi bir tür “serbest piyasa komünizmi” ile ilgili olduğunu söylemek son derece yanlış olacaktır.xx Bununla birlikte, piyasalar ve özgürleşme arasındaki ilişkinin çalışmalarının büyük bölümünde önemli olmadığını iddia etmek de aynı derecede yanlış olacaktır (akademik olsun ya da olmasın pek çok solcu yorumcunun yaptığı gibi). Ortaya çıkarılan her türlü piyasa anarşisti unsur, onların daha geniş kapsamlı kaygılarıyla -gelecek, küresellik, arzuların sonuna kadar serbest bırakılması, tüm dışsal ve içsel iktidar dinamiklerinin çözülmesi, vb. ile ilişkilendirilmelidir. Yakın zamanda vefat eden Mark Fisher’ın tanımladığı gibi, D & G’nin hızlanmacılığı “kapitalizmin kendisinin uzak tutmak zorunda olduğu belirli eğilimleri hızlandırmakla ilgiliydi… bu eğilimler hızlandırıldığında, kapitalizmin dayandığı standart öznellik, yaşam ve çalışma biçimlerinin ötesine geçeriz.”xxi


i. Nick Land “Machinic Desire”. Nick Land, Robin Mackay, and Ray Brassier Fanged Noumena: Collected Writings, 1987-2007 Urbanomic, 2012, sf. 326

ii. Gilles Deleuze and Felix Guattari Anti-Oedipus: Capitalism and Schizophrenia Penguin Classics, 2009, sf. 239-240. Bu kısmın Nietzscheci boyutları, ki D & G’nin söyleminin içerimlerini gerçekten kavramak için elzemdir, bu sayfalarda ele alınabileceğinden çok daha fazlasıdır. İlgilenen okuyucuyu Obsolete Capitalism Acceleration, Revolution, and Money in Deleuze and Guattari’s Anti-Oedipus Rizosfera, 2016’ya yönlendiriyorum.

https://www.academia.edu/29794467/Acceleration_Revolution_and_Money_in_Deleuze_and_Guattaris_Anti-OEdipus

iii. Saul Newman “War on the State: Stirner and Deleuze’s Anarchism” Anarchist Studies Issue 9, 2001 https://theanarchistlibrary.org/library/saul-newman-war-on-the-state-stirner-and-deleuze-s-anarchism

iv. Gilles Deleuze and Antonio Negri “Control and Becoming: Gilles Deleuze and Antonio Negri” Futur Anterieur Issue 1, Spring, 1990 http://www.uib.no/sites/w3.uib.no/files/attachments/6._deleuze-control_and_becoming.pdf

v. Gilles Deleuze “Postscript on the Societies of Control” October, Issue 59, 1992 https://cidadeinseguranca.files.wordpress.com/2012/02/deleuze_control.pdf

vi. Foucault’nun analiz tarzı ve iktidar anlayışı Marx’ınkinden oldukça farklıdır ve sonuçta ortodoks Marksizme benzeyen her şeyden uzaklaşır. Bu, Foucault’nun Marx’tan parça parça almadığı anlamına gelmez. Foucault, “disiplin toplumunun” yükselişi ve yayılması üzerine yaptığı ünlü çalışmasında zaman zaman Marx’a atıfta bulunur ve Marx’ın teşhis ettiği şekliyle kapitalizmin yükselişinin, insanların bedenlerini üretken kılmak için onları düzenleme ve alıkoyma biçimlerine bağlı olduğunu öne sürer. “Aslında iki süreç -insanların birikimi ve sermayenin birikimi- birbirinden ayrılamaz; hem onları ayakta tutabilecek hem de kullanabilecek bir üretim aygıtı gelişmeden insanların birikimi sorununu çözmek mümkün olmazdı; tersine, insanların kümülatif çokluğunu yararlı hale getiren teknikler sermaye birikimini hızlandırdı.” Discipline and Punish: The Birth of the Prison Vintage Books, 1995, sf. 221

vii. Jean-Francois Lyotard “Energumen Capitalism”, in Robin Mackay and Armen Avanessian #Accelerate: The Accelerationist Reader Urbanomic, 2014, sf. 183, 182

viii. Kevin Carson Studies in Mutualist Political Economy 2004, sf. 119 – 128

ix. Marx ve Vera Zasuluchi arasında 1881 yılında gerçekleşen karşılıklı yazışmalara bakınız: https://www.marxists.org/archive/marx/works/1881/zasulich/index.htm. Bu yazışmaların bir konusu da Rusya’daki devrimci Marksistler arasında kapitalizmin – ve sanayi kapitalizminin beraberinde getirdiği büyük ölçekli modernleşme süreçlerinin – komünizmin kurulması için gerekli olup olmadığına dair yapılan tartışmalardı.

x. Deleuze and Guattarri Anti-Oedipus, sf. 34-35

xi. Michel Foucault Lectures on the Will to Know: Lectures at the College de France, 1970-1971, and Oedipdal Knowledge Picador2014sf. 142

xii. Deleuze ve Guattari Anti-Oedipus, sf. 197. D & G’nin borcu ele alışı oldukça karmaşıktır ve buradaki makalenin kapsamını aşmaktadır. Bununla birlikte, borcun mübadele ve dolaşımdan kaynaklanan bir şeyin aksine, geleceği ipotek altına almanın bir aracı olarak egemen iktidar yapıları tarafından bireye yapılan bir “yazıt” olarak nitelendirildiğini söylemekte fayda var. Borç teorilerine kısa bir giriş için S.C. Hickman’ın Social Ecologies blogundaki iki bölümlük makaleye bakınız: “Deleuze ve Guattari: Borç Teorisi” (https://socialecologies.wordpress.com/2015/06/15/deleuze-guattari-theory-of-debt/) ve “Deleuze ve Guattari: Borç Üzerine Daha Fazla Not” (https://socialecologies.wordpress.com/2015/06/16/deleuze-guattari-further-notes-on-debt/)

xiii. Paul Baran and Paul Sweezy Monopoly Capital: An Essay on the American Economic and Social Order Monthly Review Press, 1966, sf. 150-152

xiv. Deleuze and Guattari A Thousand Plateaus, sf. 462

xv. Deleuze and Guattari Anti-Oedipus, sf. 235

xvi. Genel bir inceleme için Lewis Mumford The Myth of the Machine Vol. 1: Technics and Human Development Harcout 1967; ve The Pentagon of Power: The Myth of the Machine Vol. 2 Harcout, 1974. Deterritorial Investigations bloğumdaki “Orders of Technics: Considerations on Lewis Mumford” adlı makalem de Mumford’un teorilerini, Ralph Borsodi ve Kevin Carson gibi sol-özgürlükçü ve piyasa anarşisti pozisyonlarla bağlantılarını özetliyor ve hafif bir eleştiri sunuyor: https://deterritorialinvestigations.wordpress.com/2016/12/04/orders-of-technics-considerations-on-lewis-mumford/

xvii. Deleuze and Guattari A Thousand Plateaus, sf; 429

xviii. Eric Geislinger, Jane Talisman, and Robert Anton Wilson “Illuminating Discord: An Interview with Robert Anton Wilson” New Libertarian Notes September 5th, 1976https://theanarchistlibrary.org/library/various-authors-illuminating-discord-an-interview-with-robert-anton-wilson

xix. Deleuze and Guattari A Thousand Plateaus, sf. 450

xx. Bkz Eugene W. Holland Nomad Citizenship: Free Market Communism and the Slow-Motion General Strike University of Minnesota Press, 2011. Deleuze ve Guattari’nin ve ikinci dereceden sistem teorisinin (ki bu teorilerle büyük ölçüde ilişkilendirilebilir) etkisi altında Holland, “serbest piyasa ve komünizm terimlerini bu şekilde birleştirmenin, kapitalist piyasaları gerçekten özgür kılmak için dönüştürmek üzere komünizm kavramının seçilmiş özelliklerini kullanmak ve aynı zamanda komünizmi dönüştürmek ve onu devletle ölümcül bir dolaşıklıktan kurtarmak için komünizm kavramının seçilmiş özelliklerini kullanmak” olduğunu açıklamaktadır. (sf. xvi)

xxi. Mark Fisher “Touchscreen Capture: How Capitalist Cyberspace Inhibits Accelerationism” International Conference on Radical Futures and Accelerationism, 2016 https://voicerepublic.com/talks/01-mark-fisher-touchscreen-capture-how-capitalist-cyberspace-inhibits-acceleration

Bu platformda yapılan çeviriler tamamen bağışlarla finanse ediliyor. Burada okuduklarınız hoşunuza gidiyorsa eğer, sizi katkıda bulunmaya davet ediyoruz. Nasıl destek verebileceğinize dair talimatları C4SS’yi Destekleyin sayfasında bulabilirsiniz:
https://c4ss.org/c4ssyi-destekleyin

Anarchy and Democracy
Fighting Fascism
Markets Not Capitalism
The Anatomy of Escape
Organization Theory